NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

24 Aralık 2009

Prof. Dr. Levent Doğancı - YAYIN ETİĞİ VE YASAL AÇIDAN 'KOPYALA –YAPIŞTIR' VE AŞIRMA

Bilim ve Gelecek,
Sayı 67, Eylül 2009 
 
Plagiarism (intihal) Latince bir terminolojiden gelmektedir ve Osmanlıca bir sözcük olan “intihal"i dilimize çalıntı ya da aşırma olarak çevirebiliriz. Türk Hukuk Lügatin’ de: “Başkasına ait bir telifi, güzel sanatlardan bir eseri kendisine nispet etmek; bir kitabın ibarelerini, musiki bestesinin namelerini, takdim ve tehir ile veya baştan başa his olunur derecede ifade tarzını tahrif ile kendi namına vermek” olarak tanımlanmıştır. Ülkemizde, akademik yükselme ve atanmalar için getirilen yönetmelik hükümlerinin yayın bağlantılı ve göreceli bir şekilde nitelikten daha çok sayıya dayanır bir halde olması sonucunda, aşırma eylemi karşımıza daha sık ve daha “kurnaz” bir karakterle çıkmaya başlamıştır. Yasal anlamda intihalden bahsedebilmek için özgün eserde bulunan eser sahibine özgün “hususiyetin” aşırma eserde de aynen bulunması gerekmektedir. Yoksa bir eserden esinlenerek, ancak kendine has özgünlüğünün yansıtıldığı eserlerde intihalden “yasal” anlamda söz edilemez. Ancak burada makale yazım aşamasında yeterli akademik özen gösterilmez ise yasal ve etik değerler kavramı karşımıza çelişkili olarak çıkabilir. Kısaca, başkasının eserini veya eserin bir bölümünü kendisininmiş gibi gösterme aşırmadır ve hem yasalar hem de etik değerler karşısında bir suçtur. Bu kavramın “iktibas” (alıntı) ile karışmaması ve bilimsel bir linç metodu olarak da kullanılmaması için özellikle genç akademisyenlerin çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Yasal olarak tanımlanan ve suç teşkil eden “aşırmanın”, yayın etiği açısından kavramı biraz daha değişiklik göstermektedir. Bir başka anlatımla, etik değerler açısından “intihal” yasa karşısındakinden daha esnek bir anlam kazanmaktadır ve daha geniş boyutlardadır. Daha açık olarak belirtmek gerekirse, yararlanılan daha önce yayınlanmış orijinal eserin adresiyle, sahibinin adı belirtilerek ve akademik yayın ilkelerine uygun olacak bir şekil ve ölçüde aktarılması etik ve yasaldır. Düşüncenin boyutlandırılması açısından da yaratıcı düşünceye yol açmak bakımından gereklidir de. Burada eser tarifinin de çok net bir şekilde yapılması gereklidir. Bir kliniğin, kurumun, laboratuarın ham verileri bir buluş ya da yaratıcı esere ait değil ise yasal bağlamda “eser” değildir ve bu birikmiş-kaydedilmiş bilgilerin kullanımı da herhangi bir kişinin tekelinde değildir. İntihal “başkasının eserini” kendine mal etme durumudur. Ham bilgilerde “sahibinin özelliğini taşıma” gibi bir özellik olmayacağından ve bağımsız-özgün bir fikrî çalışmanın sonucu ortaya çıkan bir üründen söz edilemeyeceğinden intihalden de söz edilmez. Böyle bir ham veri telif hakkının devri sözleşmesine konu olamayacağı gibi, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun sağladığı korumadan da yararlanamamaktadır.

Bilimsel yayıncılıkta aşırma problemi ülkemizde çok ciddiye alınması gerekir büyük bir problem haline gelmektedir. Uluslar arası arenada ülke bilim camiasının saygınlığına gölge düşürecek boyutlarda önemli bir sorun oluşturmakta, bilimselliğe ve gerçek bilimsel üretime önemli zararlar vermektedir. Bu durumun çok çarpıcı bir örneğini “Nature” Dergisi’nin 6 Eylül 2007 sayısında görmekteyiz: “Türk Fizikçileri Bilimsel Aşırma Suçlamasıyla Karşı karşıya”. Doğa bilimlerinin bilimsel etki faktörü (ISI 2006: 26.681) en yüksek dergisinde böylesi çirkin bir makaleyle anılmamız ülkemizi ve ülkemizin gerçek bilim insanları rencide etmektedir. Bu durumun cezasız kalması veya çok sınırlı bir şekilde cezalandırılması da aşırmacıları hem yüreklendirmekte, hem de daha kurnaz yöntemler bulmaya teşvik etmektedir. Branşımız açısından da sık olarak benzer durumlarla karşılaşıyoruz. 2006 yılı içinde “Journal of Hospital Infection” isimli yabancı bir dergi, ülkemizin önemli bir üniversitesinden ve daha da üzücü olanı o üniversitenin en üst yöneticisinin de yazarlar arasında bulunduğu tümüyle aşırma bir makaleyi internet ortamında makalenin üzerine kırmızı mühürlerle “retraction” (geri çekme) ibaresi yazarak bilimsel ortamdan geri çekmiştir. Ancak gerek akademik kurumlarda yöneticilik yapan meslektaşlarımız gerek ise YÖK Başkanlığı kendilerine cesaretle iletilebilen bu tür etik ihlaller karşısında yeterince önlem almak ve idari tasarruflarını kullanmak konusunda çok istekli değillerdir. Genellikle en kıdemsiz akademisyenin cezalandırılması, idari hukuk yolu ile de bu cezanın kaldırılması bir strateji olarak belirginleşmekte, bu yol ile az bir zaman kaybı ile akademisyen görevi başına, biraz kulağı çekilmiş olarak geri dönebilmektedir. Özellikle de etik ihlalde bulunan kişinin çevresel sosyal ilişkileri (ki bu aynı klik, aynı politik görüş, aynı locaya kayıtlı olma vs. olabilir) cezanın ağırlığını belirleyebilmektedir. Ender olmayacak şekilde de idareciler değil konuya sessiz kalmak, konuyu kendilerine ileten akademisyenleri örselemekten de kaçınmamaktadırlar. Bu ise dürüst çoğunluğun sessiz kalması, kaderine razı olması ve bilimsel arenanın gittikçe daha “azılı” aşırmacılara terk edilmesi anlamına gelmektedir ki sürecin tehlikesi ortadadır.

Aşırma modelleri içinde değişik teknikler kullanılmaktadır. Daha önce görev yaptığım kurumların birinde birbirinin neredeyse aynısı olan ve birimin en üst idarecisi tarafından “yönetilmiş” iki uzmanlık tezi, aşırmanın anlaşılmaması için değişik kurum kütüphanelerine kaydettirilerek, intihal gizlenmeye çalışılmıştı. Bu durumu görevim gereği eleştirmem ise (tez yöneticisinin üst düzey idarecisi olması nedeniyle) çok büyük bir olay haline getirilip, sonunda önüme kabahatimmiş gibi konulmuştu. Daha uzmanlık tezi aşamasında bilimsel etik değerleri büyük bir kurnazlıkla çiğneyen bu sahte bilim insanlarının daha üst akademik düzeylerde bilim üretemeyecekleri de aşikârdır. Nature’ de yayınlanan makale de maalesef bu olguya işaret etmekte ve akademik namusumuzu en hafif deyimiyle “sorgulamakta” hatta -alınmaca yok- tam anlamıyla karalamaktadır. Cümle aynen şöyledir: “There are some cultures in which plagiarism is not even regarded as deplorable”. Yani; “bazı kültürler var ki buralarda aşırma acınması gereken bir durum bile değil…” Tabii bahsedilen kültür bizim kültürümüz! Makale daha da sertleşiyor üslubunda: “It’s dishonest and sloppy!”. Yani, “şerefsizce ve sulu bir durum”. Kurumsal düzeydeki eksiklerimizi sorgulama ve ilgili düzenlemeleri ivedilikle yapma zorunluluğumuzu gözler önüne seren sert bir uyarıdır bu ifadeler. Aşırma en önemli akademik suçlardan ve en az diğer akademik suçlar kadar (duplikasyon, masa başı veya lap-top yayıncılık) tehlikeli ve adi. Akademik hırsların sadece bilimsel bir yarış olması gerekiyor. Aldırmazlık ise bu işi fütursuzca yapan birçok “özde değil, sözde” akademik insanı hak etmediği makamlara getirebiliyor. Bunun somut bir örneğini en son aylara ait bir bilimsel makaleden verebilirim: “Anaesthesia” isimli yabancı bir dergide “Jeske HC, Tiefenthaler W, Hohlrieder M, Hinterberger G ve A. Benzer” isimli araştırıcılar tarafından İngilizce dilinde bir araştırma makalesi yayınlanmıştır: “Bacterial contamination of anaesthetists’ hands by personal mobile phone and fixed phone use in the operating theatre”. Bu makale 2009 yılında Ulger F, Esen S, Dilek A, Yanik K, Gunaydin M ve Leblebicioglu H. tarafından “Are we aware how contaminated our mobile phones with nosocomial pathogens?” isimli bir makale ile intihal edilmiştir. (Annals of Clinical Microbiology and Antimicrobials 2009, 8:7 doi:10.1186/1476-0711-8-7). Buradaki intihal hem orijinal fikir bazında hem de giriş kısmının cümle cümle aşırılması tarzında olmuştur. Yazarlar arasında intihal makalenin yayınlandığı derginin başyazarının (Editor-in-Chief) da yer alması, bu kişinin araştırma-yayın işlerinden sorumlu rektör danışmanlığının yanı sıra TÜBİTAK’da da benzer danışmanlık görevleri yapıyor olması durumun vahametini göstermektedir. Kimi kime şikayet edeceksiniz? Tuzun kokması gibi bir durum… Bir de müthiş bir kurnazlık sergilenmekte aşırma eylemi sırasında: Orijinal makalenin 1861 yılına ait referansı aşırma makalede de kaynaklarda yer almakta, ancak intihal edilen orijinal makaleye ise kaynaklar listesinde yer verilmeyerek, kişilerin sorgulama yapması kurnazca engellenmeye çalışılmaktadır. Acaba hangi üniversitemizin hangi kitaplığında 1861 yılına ait Avusturya’da yayınlanmış bir dergi bulunmaktadır? Bu aşırmacı yazarlar nereden bulmuşlardır bu kaynağı acaba diye sormadan edemiyor insan! Orijinal makaleden serbestçe yararlanıp yeni eser yaratma olanaklı ise de, bunun yöntemi yazarlar arasında bulunan tüm akademisyenler tarafından kesinlikle tam olarak bilinmektedir. Burada iktibas veya “anonim bilgi” kavramlarına da sığınılamayacak kadar “aşırma” mevcuttur ve bunun belli olmaması için de büyük bir gizleme-örtüleme (kamuflaj) faaliyeti yapılmaktadır. Mealen yapılanın dışında iktibasın yararlanmada yöntem ve miktarla sınırlı olduğu, bir anlamda nicel olduğu unutulmamalıdır. Bu yararlanmanın nitelik olarak esinlenme sınırını aştığı, hem fikri hem de kompozisyon açılarından yasal olmayan intihalin yapılmış olduğu görülmektedir. Hukuk ve etik açılardan iktibas, dürüstlük kurallarının ve amacın gerektirdiği ölçüyü aşmaması hâlinde meşru olmakla birlikte, intihal kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Sanıldığının ve bir savunma mekanizması olarak kullanılmaya çalışılan durumun kesinlikle aksine intihalle, iktibas arasında değil; daha çok yararlanma serbestisi ile intihal arasında var olan ve kimi zaman da çok ince olan çizginin belirgin olarak yukarıdaki örneklerde geçildiği görülmektedir. Akademik bir unvan taşıyan her kişinin bu eylemi duyurması, deşifre etmesi ve sorumluların cezalandırılmasını istemesi hem bir hak hem de bir görev olarak belirginleşmektedir ve eylem cesaretle yapılmalı, bilimsel arena temiz tutulmalıdırYukarıda isimleri verilen uluslar arası kuruluşların aldığı ortak bir karar ile İngilizce dilinde yayınlanmış bir eserde daha önceden yayınlanmış 11 kelimenin kaynak belirtilmeden yan yana bir araya gelmesi “intihal” olarak isimlendirilmektedir. Bu duruma da bir örnek vermek gerekir ise:
-“Neisseria meningitidis resides in its natural habitat within the nasopharyngeal tract of humans” bu cümle google search de sitasyon adresi www.brown.edu/Courses/Bio_160/.../nmenin.html - olan bir cümle…

- "N. meningitidis" resides in it's natural habitat within the nasopharyngeal tract of humans. ikinci adresi de: www.freewebs.com/smarques19/pathology.htm -

Kopyala – yapıştır örneği ise (eminim yazarlar kendilerini anonim bilgi olarak savunacaklardır) : “To the Editor; Neisseria meningitidis resides in its natural habitat within the nasopharyngeal tract of humans". Aaaaaa, aynı cümle, ne tesadüf ? Yayının adresi ise şu şekilde: “Genetic and Antigenic Characterization of Neisseria meningitidis Strains from Turkish Recruits in 2006 (Inter Med 47: 1949-1950, 2008) (DOI: 10.2169/internalmedicine.47.1310). Bu örnek WAME ve COPE ‘ a göre intihal; ama bizim YÖK ya da başka bir bilimsel kurum ne der bilinmez tabii!

Ancak bu işin ülkemiz akademik coğrafyasında tam bir zıt yönü de var: “Bilimsel linç girişimleri”! İdari veya akademik rakibin bertaraf edilmesinde intihal suçlaması çok başarıyla kullanılıyor ki, bu da büyük bir ahlaksızlık ve cezasız kalmaması gerekli bilimsel bir suç aslında. İntihal veya başka bir akademik suçun işlenmiş olduğunu söyleyen akademisyenin bunu kanıtlarıyla ortaya çıkartması ve mutlaka kanıtlaması gerekir. Basit suçlamalar, dedikodu mahiyetindeki fısıltılar, haksız suç duyuruları ve haksız ihbar mekanizması da bilimsel üretimlerimize ciddi sekteler vurmaktadır ve bilimselliğe yakışmamaktadır. Örneğin akademik bir yükselme veya atanma aşamasında “posterlerin” makale olması ile ilgili çeşitli “örseleme” eylemleri sık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan TÜBİTAK tarafından desteklenen ve kitap halinde yayınlanan “Sağlık Bilimlerinde Ulusal Yayıncılık” serisi esas bir kaynak başvuru kitapları olmaktadır. Aynı konu “World Association of Medical Editors” (WAME) ve “The Committee on Publication Ethics” (COPE) kurumlarına ait internet sayfalarından da izlenebilir.

Prof. Dr. Levent Doğancı
Ankara
drlevdog@yahoo.com

11 Aralık 2009

İNTİHAL: Aşırma, Akademik Hırsızlık (ABCD)

Dünyanın en önemli ikinci bilim dergisi “Nature” da Türk fizikçilerin intihal yaptığının ve bahsi geçen Türkiye kaynaklı makalelerin ilmi internet ortamından silinmesi Türk bilim dünyasında büyük üzüntü yaratmıştır. Konunun uluslararası ortama gelmesi sadece Türk fizikçilerini değil, tüm Türk bilim insanlarını ilgilendiriyor. Çünkü “Nature” adlı saygın bilim dergisi sadece fizikçilere değil biyolog, kimyager, mühendis, tıp doktoru, deprem uzmanı gibi tüm dünyadaki bilim insanları tarafından takip ediliyor. Bu durumda tüm dünyadaki bilim adamlarının Türk Bilim adamlarına bakışı kuşkulu ve olumsuz olacaktır. Çünkü makalede birkaç Türk’ün bilimsel olarak intihal yaptığı değil, Türkiye’de fizikçilerin sistematik ve düzenli bir şekilde bilimsel hırsızlık yaptığı iddia edilmiştir.
İntihali halkın anlayacağı şekilde anlatırsak geçtiğimiz aylarda “Hürriyet” Gazetesinde çıkan bir haberi örnek vermek açıklayıcı olacaktır. Bu haberde Çinli tekstilcilerin bastığı bir deri katoloğundan bahsediyordu. Çinli bir deri firması katoloğuna İbrahim Kutluay ve Demet Şener’in resmini koyarak ve giydikleri deri montları pazarlıyordu. Bu Çinli firma sadece Derimodun hazırladığı deri mont modellerini çalmamış, reklâm ve modeller için para harcamadan İbrahim Kutluay ve Demet Şener’in da Derimod için çektirdiği resimleri de kendileri çektirmiş gibi kullanmıştır. İşte bu işlemin bilim dünyasında yapılması “İntihal” dir.
Amerika Birleşik Devletlerinde tıp ihtisası yapan doktorların üye olduğu Amerikan Board Sertifikalı Doktorlar Derneği (ABCD) üyeleri intihal konusunu irdelemişlerdir. ABCD üyesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Yazıcı, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nazım Serdar Turhal ve İstanbul Bilim Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Selçuk Can görüşlerini paylaşmıştır.
Prof Dr Hasan Yazıcı’nın Görüşleri:
İntihal, daha güzeli öz Türkçe aşırma, başkasının fikrini, eserini veya eserinin parçalarını, gönderme yapmaksızın, sahiplenmektir. Aşırma olması için, söz konusu fikir veya eserin bilimsel olmak zorunluluğu yoktur. Ülkemizde, her alanda, müziğimiz dahil, maalesef çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Fizikçiler olayını nesnel olarak bilemiyorum ancak çok yakından bildiğim aşırmalar var ve bunlar çoğu örnekte müsamaha ile karşılanıyor. Çarpıcı bir olaydan söz edeyim. Şu günlerde ülkemiz bilimsel yayın artışında uluslararası sıralamada Çin’le yarışmakta. Bu beni gerçekten korkutuyor çünkü yakın bir geçmişte Çin’deki doktora tezlerinin % 60’nın aşırma, rüşvet vb. hazırlandığı iddia edildi. Ülkem için kesin sayı vermeme olanak yok ancak Çin örneği beni olabildiğince endişelendiriyor. Kamuoyunca da az çok bilindiği gibi Prof. Doğramacı’nın konuyla ilgili aleyhime açtığı davada 6,5 yıllık bir süre sonunda Yargıtay benim aleyhime karar verdi. Yargı sürecimin sorunlu ve mahkeme kararının da yanlış olduğu kanısında olduğumdan, yakın bir zaman evvel, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdım.
Prof Dr. Nazım Serdar Turhal Görüşleri:
İntihal suçlaması bilim adamının yazdığı makalede başka bir bilim adamının yazdığı makaleden aldığı görüşlerini kendi makalesinde sanki kendi görüşleri imiş gibi sunması ve bunları aslında farklı bir kişinin yazdığı makaleden aldığını belirtmemesinden kaynaklanıyor.
Bunun yapılmasının sebebi bu bilim adamlarının karakterinin ahlaken zayıf olmasıdır. Bilimsel hırsızlık hiçbir zaman yayın yapma baskısı vs gibi gerekçelerle hoş görülemez ve sıfır hoşgörüyle yaklaşılması gerekir. Bu olayda da bizzat Türkiye’den bilim adamlarının bu işin üzerine gitmeleri Türk milletinin şerefini kurtaran bir yaklaşım olmuştur. Dünyanın her yerinde böyle dolandırıcılıklara eğilim gösteren insanlar olmuştur. Eğer toplumların bilim kurumları sağlamsa böyle yanlış iş yapan bilim adamları kolaylıkla ekarte edilir. Türk bilim kurumlarının bu kişileri cezalandırmakta tereddüt etmemesi ve yapılan işin karşılıksız kalmayacağını gösterilmesi intihale eğilim duyacak diğer bilim adamlarının caydırılması açısından önemlidir.
Doç. Dr. Selçuk Can’ın görüşleri:
Doç. Dr. Selçuk Can intihal ile suçlanan kişiler arasında 18 Mart Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanının bulunmasının intihal olayını basit bir suç olmaktan çıkardığını ve olayın daha kapsamlı araştırılması gerektiğini söyledi. Endokrinoloji ve Metabolizma Uzmanı Doç. Dr. Selçuk Can “intihal olayında kişileri sorgulamak yerine artık Türk Yüksek Öğrenim Sisteminin, yani Üniversite sisteminin sorgulanması gerektiğini belirtti. Doç. Dr. Selçuk Can “Ülkemizde yeni üniversitelerin kurulması çok güzel ancak bu yeni üniversitelere yeterli kaynak ayrılmıyor. Hedef hep çıtayı yükseltmek, ancak alt yapı, bilgi birikimi, gerekli cihazlar ve yeterli para olmadan çıtayı ancak yamuk bir şekilde yükseltebilirsiniz. Üniversitelerimizdeki yönetmeliklere göre doçentliğe ve profesörlüğe yükseltilmek için belli sayıda yurt dışı yayın yapmak gerekir. Yani kurallar 4–5 yıllık geçmişi olan Türk üniversitelerine, 200–250 yıllık geçmişi olan Harvard, Oxford gibi üniversitelere denk yayınlar yapmasını söylüyor. Bu durumda bazı öğretim üyelerinin bunu bilimsel hırsızlık ile başardığı anlaşılmaktadır. Türkiye’deki üniversiteler Türkiye’ye özgü sorunlara odaklanmak ve özel sektörle bütünleşmek yerine mevcut yönetmelikler neticesinde batı üniversitelerine karşı yakın bir gelecek için hiçbir zaman kazanamayacakları bir yarışa girmişlerdir. Sonuçta bazı öğretim üyelerinin kopya çektikleri bu en son olaylar ile anlaşılmıştır. Nature adlı İngiliz dergisinde açığa çıkan Türkiye kaynaklı intihal olayının bir kaç kendini bilmezin yaptığı münferit bir olay değil, Türk üniversite sisteminin bilim yarışında çağ dışı kalmasının bir yansıması olarak görüyorum” dedi. ABCD Başkanı Doç Dr. Selçuk Can üniversitelerimizin bu olayı kendi özeleştirilerini yapmaları için bir fırsata dönüştürmelerini temenni ettiğini belirtti.
SORU-CEVAP
1. ABD'de akademik yükselmeler nasıl oluyor, adaylardan hangi şartları yerine getirmeleri isteniyor?
Amerika Birleşik Devletlerinde akademik yükselmeler Assistant Professor, Associate Professor ve Full Professor aşamalarından geçer. Akademik yükselmelerde birçok ülkede evrensel olarak uygulanan yükselme komitesi kararları uygulanır. Sözlü veya yazılı olarak herhangi bir sınava girmek yok. Türkiye ile ABD’deki akademik sistemi karşılaştırmak elma ile armudu karşılaştırmaya benzer. Dünyada yeni bulunan ilaçların % 80’i Amerika Birleşik Devletlerinde keşif edilmektedir. Science Citation lndex’de olan A grubu dergilerin çoğunluğu ABD kaynaklıdır. Yine Medline sistemini kuran, işleten ve ücretsiz olarak dünyadaki tüm hekimlere sunan ABD’dir. ABD tıp alanında ve tıp eğitiminde dünyada lider konumdadır. ABD’de Assistant, Associate veya Professor of Medicine unvanları üniversitenin elemanı olarak çalışanlara veriliyor. Bu instructor’dan başlıyor. Ancak burada sorulması unutulmuş bir soru var o da “Tenure” meselesi. Bir insan doçent (Associate Professor) olmuş ama Tenure almamış olabilir. Tenure bir şekilde güvence veriyor. Amerika Birleşik Devletlerinde tıp fakültesinde çalışmak “Tenure” ve “Non-Tenure” olarak iki şekilde oluyor. Sağlamlaştırılmış ve güvenli yol anlamına gelen “Tenure Track” kelimesinin Türkiye’deki akademik hayatta uygulaması yok. İşe alınırken Tenure Track veya Non-Tenure Track olarak alınıyorsunuz. Tenure veya Non-Tenure olmanıza göre de yükselme kriterleri farklı. Tenure olarak işe başlayan bir öğretim görevlisinin başarılı olması, profesörlüğe dek yükselmesi beklenir. Her üniversite yükselme için gerekli kriterleri kendi belirliyor ama Tenure Track da Associate olabilmek için, ülke çapında tanınmış olmak gerekiyor. Sizden 6 referans istiyorlar sonra bu referansları arayıp onlardan da 6 kişi ismi alıyorlar ve onların görüşüne başvuruluyor. Bunun yanında üniversiteye ve topluma hizmet, toplumda tanınmışlık, yayınlar, alınan araştırma fonları gibi pek çok kriter kullanılıyor ve bölüm başkanının dekana önerisi sonrası dekanın üniversitenin promosyon komitesine (akademik yükselme komitesine) önermesi ve onların kabulü ile oluyor. Non Tenure yolunda ise sadece 3 referans ve bunların da lokal olması yeterli. Profesörlük için uluslararası tanınmışlık gerekiyor. Görüldüğü gibi yayınlar sadece işin ufak bir kısmı. Bir de o üniversitede 5 yıl çalışmak gerekli. 3 yıl da olabiliyor ama olağanüstü bir şey yapmış olmanız gerekiyor. Bir de “Regency Professor” var onu da Nobel alanlara veriyorlar o zaman direk Profesör olarak işe başlıyorsunuz. Tenure ile Non-Tenure arasındaki en önemli fark, Tenure aldıktan sonra birisinin işine son verilmesi son derece zor. Non-Tenure olanlar her sene sözleşme yeniliyorlar. Non-Tenure olanlar bir bakıma angarya ile meşgul oluyorlar. Sadece doçentliğe kadar yükselebilirler ve işinize her an son verilebilir. Ancak durum o kadar umutsuz değil ve profesörlük kapıları kendilerine ilelebet kapalı değil. Başarılı performans göstermeleri halinde kendi üniversitelerinde veya başka bir üniversitede Tenure Track yoluna kabul edilip, akademik hayatlarında ideallerine ulaşabilirler.
Amerika Birleşik Devletlerinde üniversite hastanesi olmayan eğitim hastanelerinde verilen Clinical Professor of Medicine unvanı da var. ABD’de özel, devlet veya belediye hastanelerinin birçoğu bir üniversite hastanesi ile bağlantılıdır. Buna “affiliation” adını veriyorlar. Örneğin bir özel hastanede koroner angiografi yoksa hastayı bağlantılı oldukları tıp fakültesi hastanesine gönderirler. Her iki taraftaki hekimler irtibat halindedirler. Ayda bir ortak konferanslar düzenlerler. Tıp fakülteleri son sınıftaki internleri bağlantılı oldukları hastanelere rotasyona gönderirler. Üniversite ile bağlantılı bu kamu, özel veya vakıf hastanelerinde bilimsel yayın yapan öğretim üyelerine Tıp Fakültesi “Clinical Professor of Medicine” (Klinik Tıp Profesörü) unvanını verir. Klinik Tıp Profesörü unvanının Türkiye’de eşdeğeri yok. “Clinical Professor of Medicine” özel çalışıp da üniversite hastanesi ile affiliate (bağlantılı) olan insanlara veriliyor. Etrafta pek Clinical Professor olmaz, genellikle Assistant veya Associate seviyesine yükselmelerine Üniversitedeki Yükselme Komitesi onay verir. Bu o insanların hasta sayıları için faydalı olsa da akademik olarak pek bir şey ifade etmez. Yani Üniversitede Ana Bilim Dalı Başkanı olamazlar, bir devlet kurumu olan Ulusal Sağlık Ensitüsünden (NIH) araştırma fonu almaları zordur. ABD’de araştırma fonları araştırma masraflarını karşıladıkları gibi direk olarak araştırmacının maaşına katkı da yaparlar.
2. ABD'li hekimler akademisyenliğe ilgi gösteriyor mu?
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir doktorun üniversitede çalışmasının amacı yeni ilaçlar bulmak, laboratuar testleri geliştirmek, hastalıkların patofizyolojisini aydınlatmak gibi orijinal bilgiler üretmek ve topluma faydalı olmaktır. Akademik yükselmelerde yapılan bilimsel yayınlar yanında, topluma hizmet, halka yönelik bilimsel kitaplar yazmak, meslek örgütlerinde aktif rol oynamak, uluslararası tanınmak rol oynar. Ancak ABD ile Türkiye arasındaki en önemli fark akademik unvanın sadece üniversite içinde kullanılmasıdır. Yani hiç bir doçent veya profesör üniversiteden ayrıldıktan sonra çalıştığı özel muayenehanesinde veya özel hastanede akademik unvanını kullanmaz. Bunu yasaklayan hiçbir yasa olmamasına rağmen bu bir gelenektir. ABD’de akademik unvan sadece akademik ortamda yani üniversitede aktif görevde iken kullanılır, ve unvan üniversiteye aittir. Tanımı bu şekildedir. Akademik unvan kişiye ait bir unvan değildir. Örneğin bir profesöre kendi üniversitesinde sözleşme yenileme teklif edilmez ise veya ailevi sebeplerle şehir değiştirip başka bir üniversitede göreve başlarsa doçent olarak göreve başlayabilir.
Hekimler ABD’de gerçekten akademik işler yapmak istiyorlar ise akademisyen oluyorlar. Bunun nedeni hastaların ismin başındaki harflere çok fazla önem vermemesi, bir de üniversitede çalışırken insanların sadece üniversitede çalışabilmeleri. Hem üniversitede hem de kendi ofisinde çalışmak isteyenler klinik unvanlar alıyorlar ki akademik çevrelerde o kadar da önemli değil bunlar. Yani üniversiteden unvanlarını alıp özel muayenehane veya hastanede unvanlarını kullanmak için akademisyen olan yok. ABD’de ancak idealist hekimler akademisyenliğe ilgi gösteriyorlar. Özel sağlık sisteminin geçerli olduğu bu ülkede muayenehane hekimleri ve birçok cerrah, vasat bir akademisyenden çok daha fazla kazanıyor. Bu yüzden akademik kadroların önemli bir kısmı da yabancı doktorlar tarafından dolduruluyor. Bir akademisyenin klinisyenden çok kazanması için pazarlanabilir yeni ve etkili bir ürün keşif etmesi gerekiyor. Bu sivilceleri kökünden çözen bir krem veya infeksiyona yol açmayan idrar sondası gibi basit bir metod dahi olabilir. İlle de yapay kalp cihazı gibi kompleks bir olay olmasına gerek yok.
3. ABD'de akademisyen olmak zor mu?
ABD de akademisyen olmak nerede ne yapmak istediğinize göre zor veya kolay olabilir ama asıl zor olan akademisyen olarak devam edebilmek. Bu konuda genellikle üniversitede kendi giderini 2 yıl içinde karşılamanız beklenir. Bunu ya hasta bakarak, ya da araştırma fonu (grant) alarak yapabilirsiniz. O yüzden sürekli bir çalışma içinde olmalısınız. Bulunduğunuz üniversiteye göre günün birinde maaşınız azalabilir veya sözleşmeniz yenilenmeyebilir. Non-Tenure yolunda her yıl, Tenure yolunda iki yılda bir performansınız gözden geçirilir ve başarınıza göre sözleşmeniz yenilenir. ABD’de üniversitede yükselemeyerek işine son verilen öğretim üyeleri mağdur olmamaktadır. İlaç firmalarında veya stent vs gibi tıbbi malzeme üreten şirketlerde gayet güzel maaşlarla işe başlamaktadırlar. Diğer alternatif özel veya kamu hastanelerinde klasik doktorluk yapmaktır.
4. İki ülkenin akademik yükselme kriterlerini kıyaslar mısınız?
Amerika Birleşik Devletlerinde akademik yükselmeleri incelemeden önce sistemin Türkiye’den oldukça farklı olduğunu anlamak gerekir. Akademik yükselmenin tek kriteri yapılan yayınlar değildir. Bilimsel yayınlar, araştırma, tıp öğrencisi eğitimi dışında üniversiteye hizmet, topluma hizmet, toplumda tanınmışlık, ulusal veya uluslararası sivil toplum kuruluşlarında çalışma, meslek örgütlerinde aktif görev akademik yükselme basamaklarında etkisi olan hizmet alanlarıdır.
Amerika Birleşik Devletlerinde öğretim üyelerinin performansı her iki yılda bir fakültenin kıdemli öğretim üyeleri tarafından oluşturulan ve başkanlığını dekanın yaptığı bir komite tarafından değerlendirilir. Başarılı bulunanların sözleşmesi yenilenir. Başarılı olmayanların sözleşmesi yenilenmez. Öğretim görevlisi çok önemli bir buluş yapmış ise 2 yılda profesör bile olabilir. En sık rastlanan durum akademik yükselmenin 6 yıl içinde gerçekleşmesidir. 8 yılda yani 4 değerlendirme sonucu aday akademik olarak yükselemiyor ise örneğin yardımcı doçent’ken doçent’e gelemiyor ise görevine son verilir. Adaylar profesör olduktan sonra dahi değerlendirmeye tabi tutulurlar. Aldıkları araştırma fonları, yaptıkları yayınlar, yetiştirdikleri öğrenciler vs. değerlendirmeye tabi tutulur. Tabi burada Türkiye ile en önemli fark bu unvanların sadece üniversite için geçerli olması. Associate olan birisini, başka üniversite Assistant Professor unvanı ile işe alabilir veya Professor olarak da işe alabilir; ama üniversite ile işi bittiğinde unvan da üniversitede kalır. Türkiye’deki doçent veya profesörler iyi klinisyendir ve hastaları çoktur. Ancak ABD’deki profesörler genelde bir araştırma laboratuarının başındadırlar ve himayelerinde birçok uzman, asistan, biyolog, genetik uzmanı, doktora öğrencisi gibi görevliler çalışır. Bunların maaşlarına profesörün aldığı araştırma fonundan katkı yapılır. Öğretim üyeleri devamlı yeni deneyler yaptıklarından polikliniğe haftada bir gün inerler ve hasta sayıları çok değildir. Çok sayıda hasta baktıkları takdirde yeni ilaçlar, yeni testler veya tanı metotları geliştirmeye vakitleri olmaz.
5. Sizce Türkiye'deki akademisyenlerin yükselme basamaklarında karşılaştığı aksaklıklar neler?
Türkiye’deki akademisyenlerin yükselme basamaklarında karşılaştığı sorun kaliteli yayın üretememektir. Türkiye’de akademik yükselmelerde bir sayı takıntısı bulunmaktadır. Bence önemli olan yayının sayısı değil kalitesidir. Türkiye’de doçentlik sonunda bir akademisyenin 100 adet, emekliliği gelen bir profesörün 500 adet yayını olmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinde en iyi profesörler akademik kariyerleri boyunca ancak 100-120 adet yayın yapmaktadırlar. ABD’de öğretim görevlilerinin senede iki veya üç yayın yapmaları, bunları Nature, Science, New England Journal of Medicine gibi prestijli dergilerde yayınlamaları beklenir. Türkiye’de sayı önemli olduğu için bir akademisyen tek bir konuya odaklanamıyor. Kendi branşı içinde üç dört farklı alanda yayın yapabiliyor. Böyle olunca bilgi birikimi, yeni kazanılan bilgilerin yeni araştırmalara aktarılması her zaman mümkün olmuyor. Türkiye’deki sistem multidisipliner çalışmayı da teşvik etmiyor. Hatta yazar sayısı ne kadar fazla ise, o çalışmadan adayın aldığı akademik puan o kadar az oluyor. Tez aşamasında tez sahibi çalışmayı yürütüyor. Bu gelenek üç dört asistanın beraber aynı konu üzerinde kapsamlı araştırma yapmasını engelliyor. ABD’de tıp doktorlarının kariyerleri boyunca herhangi bir uzmanlık için tez yapması gerekmiyor. Sadece “PhD” ünvanı alacak temel bilim uzmanlarının tıp doktoru olsun olmasın tez yapma zorunlulukları var.
6. Akademik yükseltmeler nasıl yapılmalı?
Türkiye’de araştırmaları finansal olarak destekleyecek ayrı bir kuruma ihtiyaç var. Şu anda iki ayrı üniversiteden iki ayrı araştırmacı aynı konuyu araştırıyor olabilir. Bu hem tekrara, hem de israfa neden olmaktadır. Konu seçimi de öğretim üyelerinin inisiyatifine bırakılmış durumda. Öğretim üyeleri ülke sorunlarına çözüm üretecek araştırmalar yapmak yerine, en kısa zamanda en fazla sayıda yayın çıkarmak gibi bir duruma girebilirler. Aslında sistem bunu motive ediyor. Akademik kariyer yapmanın en önemli motivasyonu kişisel tatmin ve kişisel gelişimdir. Türkiye’de genel araştırma bütçesinin arttırılması durumunda, mevcut sistemi koruyarak ve ona ek olarak yeni merkezi bir yapıya sahip bir araştırma fonlama kurumu kurulmasında fayda görüyorum. Bu kurumu TÜBİTAK kurabilir, YÖK’e bağlı bir kurumda olabilir. Alanında uluslararası yayınları olan kıdemli öğretim üyelerinin yanında, DPT, YÖK, Avrupa Birliği Temsilciliği gibi devlet kurumları temsilcilerinin de bu Sağlık Araştırmaları Fonlama Kurumunda yer alması uygun olur. Kurum araştırma konularını ülke önceliklerine göre tespit edebilir ve başvuran kamu veya vakıf üniversitelerine bu kaynağı aktarır. Sonra da araştırmanın gidişatını denetleyebilir.
Şu anki uygulamada olan doçentlik sınavı öncesi bilimsel yayınların merkezi sistemle değerlendirilmesi uygulaması profesörlük başvurusu öncesinde de yapılmalıdır. Bu mevcut sistemin standardizasyonunu sağlayacaktır. Bu ön değerlendirmenin ardından son değerlendirmeyi yine hakem öğretim üyeleri yapmalıdır. Kabiliyetli gençlerin hızla yükselmesi için ve yurtdışından tersine beyin göçünü gerçekleştirmek için profesörlük başvurusu öncesi üniversitede kadrolu çalışma süresi iki yıla indirilmelidir. Yeni ilaç veya tıbbi malzeme keşif edip, bunun patentini alanlar ödüllendirilmelidir. Akademik yükselme yönetmeliklerinde tıbbi patentler yurtdışı kitap yazarlığı gibi kabul edilip, 100 puan ile puanlanmalı. Diğer aksayan bir yönde üniversiteler arası trafiğin Türkiye’de çok az olması. Öğrenci, asistan ve yan dal uzmanlık öğrencilerinin farklı uzmanalar ile eğitim görmeleri eğitimin kalitesini arttırır. Atama yönetmeliğinde yeni açılan doçentlik ve profesörlük kadrolarının tüm Türkiye’ye açık olduğu belirtilmekte ve ilan edilmesi istenmektedir. Yönetmeliğe göre ilanlar yapıldığı halde tıp fakülteleri hep kendi elemanlarını atamaktadırlar. Kanun koyucu bu uygulamanın böyle olmasını istemediği için böyle bir yönetmelik çıkardığı halde uygulama farklı. Gerek Türkiye içi öğretim üyelerinin farklı üniversitelerde dolaşımını arttırmak, gerekse yurtdışından kaliteli öğretim üyelerinin kazanılması için bir yönetsel müdahale yapılması gerekiyor. Öğretim üyesi sirkülasyonu vakıf üniversitelerinde iyi işlediği halde kamu tıp fakültelerinde geleneksel yaklaşım değişmiyor.

Doç. Dr. Selçuk Can, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı
Amerikan Board Sertifikalı Doktorlar Derneği Başkanı (ABCD)

20 Kasım 2009

Prof. Dr. Osman İnci - BİLİMSEL YAYIN ETİĞİ İLKELERİ, YANILTMALAR YANILTMALARI ÖNLEMEYE YÖNELİK ÖNERİLER*

Birçok önleme karşın bilimsel yanıltma sayısının yıllara bağlı olarak giderek artması nedenleri detaylı olarak irdelemeli ve bulunmalıdır: Bilimsel yanıltma nedenleri arasında galiba en önemlisi bu önlemlerin kâğıt üzerinde kalması, yaptırım uygulanmaması. Kurumların hukuğu uygulamada ürkek davranması ve adeta ilkesizliğidir. Daha önemlisi ise kanıta dayalı bilimsel yanıltmaları örtbas eden yönetimlerin yerinde kalması, hatta etik dışı davranışta bulundukları
kanıtlanan kişilerin çeşitli yönetim kadrolarına gelmeleri, getirilmeleridir. Görevde iken etik yanıltma yaptığı belgelenen ve makalesi yayınlandığı dergi tarafından yayından kaldırılan kişi(ler)in göreve devam etmesidir. O kişiler kurumlarındaki etik dışı davranışlara karşı hiçbir işlem yapmazlar.
Sonuçta biz kendi aklımızı kullanıp ahlaklı olamıyorsak herhangi bir güç bizi etik davranmaya, ahlaklı olmaya zorlayamaz. İstediğimiz kadar konuşalım, yasa ve yönetmelik getirelim, YÖK istediği kadar onu bunu işten atsın, etik yanıltmaya mani olmanız mümkün değildir.
Toplumun değerlerini eğitimle düzeltebilirsek ancak bir yere varabiliriz ve etik o zaman anlam kazanmaya başlar. Ebü Bekr Muhammed İbn Zekeriyye er-Râzi (864-925) “Bir dirhem ilim,bin okka edebe muhtaçtır.” demiştir.
Bilimsel ortam olmadan bilim olamaz. Avrupada bilimin gelişmesi ve toplumun entelektüel alt yapısı: bilim adamının geniş bir kültür ortamının ve entelektüel eğilimler içinde yetişmesi ile sağlanmıştır. Sosyal yaşamda kendini etik açıdan sorgulamayan araştırmacı; bilimsel araştırma ve yayında etik davranır mı? Etik bir bütünlük ve kimliktir. Kimlik bilim, bilgi, eğitim ile gelişir ve yerleşir.
Türkiye’de son yükseköğretim aşaması: bir bina kiralanıp ( veya sürekli kullanım izni verip) içine akademik ünvanlı (!) birkaç kişiyi koyarak üniversite açmak şeklinde olunca bilim üretmek bir yana bilimsel okuma ve yazma bile gelişmez. Bilimi ve eğitimi bilmeden bilim etiği bilinemez.
Bir milleti özgür, bağımsız, görkemli, yüce bir toplum halinde yaşatan terbiyedir ve onu tutsak yapan sefalete iten de bunun yokluğudur.” “Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka itimada da şayan değildir” >>>

25 Eylül 2009

Prof. Dr. Ayşe Erzan - DERS KİTABI YAZIMININ ZORLUKLARI ve YAYIN ADABI ÜZERİNE (CBT)

Cumhuriyet Bilim Teknik 25.09.2009
Birçok mesleki uygulamada olduğu gibi ders kitabı yazımında da, genel kabul gören ahlaki kuralların yeterince bilinmemesi, etik eğitiminin eksikliği ve kötü örneklerin yaygınlığı, bu açığı kapatmak için özel çaba harcanmasını gerektirmektedir. Bu ancak bilim ve yayın etiği konusunda iyi örnekleri öne çıkartmak, aynı zamanda da uluslararası normlara ters düşen eksik ya da hatalı davranışları tartışmaya açmakla mümkündür.

Ülkemizde pek çok konuda Türkçe ders kitabı yazımı henüz gereksinimin çok gerisinden gelmekte ise de, bu doğrultuda önemli bir çaba gözlenmektedir. Türkiye Bilimler Akademisi’nin uluslararası standartlara uygun Türkçe ders kitabı yazımını (ve çevirisini) teşvik için koymuş olduğu ödül[1] bu doğrultuda daha iyi tanıtılması gereken özendirici bir adımdır.
Bilimin ve bilim yayıncılığının doğası gereği, varılacak olan konsensüs dinamik bir karakter taşıyacaktır. Fotokopi makinesinin ya da dijital ortamın getirdiği “kolaylık”lardan sonra, internet kaynakları devrinde de hâlâ bundan yirmi yıl önce geçerli olan yönergelerle yetinemeyeceğimiz aşikârdır. Uluslararası paylaşım kanallarının açık tutulması sayesinde, varılan oydaşımların evrensel normlara yakınsamaları ve birlikte evrilmeleri imkânı doğacaktır. Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Araştırmada Etik ve Sorunları (2002) [2] ve Bilim Etiği El Kitabı (2008) [3], yayın ahlakı alanında kaynak kitaplardır.

Türkiye’de akademik yaşamda hukuki tanımlamalar ve yaptırımların dışında, sivil hukukun [4] bağlayıcılığı ve gerekliliğine dair bir düşünce yeterince oluşmamıştır. Üniversite “afları,” akademik kararların sık sık yargıya taşınması bunun bazı örnekleridir. Bu nedenle, bilimsel yayın etiği ile fikri mülkiyet hukuku arasında her ülkede mevcut olan gerilim bizde daha sancılı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. “İntihal” sözcüğü yasalarda tanımı yapılmış bir kavram değildir.[5] Buna karşın, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Madde 71’in 2.-5. fıkralarında,

“Başkasına ait esere, kendi eseri olarak ad[ını] koy[mak] ….,
“Bir eserden kaynak göstermeksizin iktibasta bulun[mak] ..[ve]
“Bir eserle ilgili olarak yetersiz, yanlış veya aldatıcı mahiyette kaynak göster[mek]” cezaya tabi kılınmıştır.

YÖK Yönetici, Öğretim Üye ve Yardımcıları Disiplin Yönetmeliği’nin (1998 yılında getirilen değişiklikte yer alan) Madde 11/a-3 paragrafında ise, “Bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek” derken yine intihal anlatılmaktadır. Bilim Etiği El Kitabı’nda Prof. Dr. Ünal Tekinalp’in karşılaştırmalı yazısında hem Avrupa Birliği ülkeleri hem de Türkiye hukukunda intihal ile ilgili uygulamaların barındırdığı çelişkilere de yer verilmektedir. [5]

Ders kitabı yazmak özellikle zor bir iştir. Ders kitabı bir “eğitim amaçlı derleme ya da seçki”[6] değildir. Kendi içinde bir bütünlüğü ve sistematiği vardır. Hem belli bir disiplinin üyeleri tarafından yaygın olarak bilinen konuları özgün bir biçimde işlemeyi, hem de bir dizi teorik ve ampirik bilgiyi eksiksiz olarak aktarabilmeyi gerektirir. Örneğin katı hal fiziği ya da kimya gibi, deneysel bilgiler de içeren konularda, başkalarının daha önce yapmış olduğu ölçümlere ya da hesaplara dayanan sonuçların da verilmesi gerekebilir. Bunların hepsinin yazar tarafından ölçülmüş ya da hesaplanmış olması beklenemez; bu değerlerin doğruluğunun güvencesi ise, nereden alındıklarının (el kitabı, monografi, makale ) açık olarak belirtilmiş olmasıdır. Sadece, çok sıklıkla kullanılan, herhangi elkitabında bulunabilecek sabitler, ya da kolayca hesaplanabilecek bazı değerler bu kuralın dışında kalırlar. Bu tür kuralların uygulanmasında her zaman uluslararası düzeyde meslek içi oydaşımlarla ortaya çıkan bir makuliyet payı bulunur.[7]

Bilimsel bilginin geleneksel/ popüler bilgilerden[8] bir farkı vardır: Bilimsel bilgi, “herkes” (yani o konunun uzmanı herkes) tarafından biliniyor bile olsa, hiçbir zaman “anonim” değildir, kaynağı bilinir veya araştırılınca bulunabilir. Bilimsel bilginin ayrılmaz bir özelliği, onun bir ya da bir grup bilim insanının sorumluluğu altında yayınlanmış olmasıdır –bu özellik hem o bilginin doğruluğuna ilişkin bir sorumluluk, hem de yazarlığa ait haklara işaret eder.

Zaman içinde o bilim dalının temel unsurları arasına girmiş teorik gelişmeler ya da buluşların orijinal kaynaklarına, bir ders kitabı hatta bir makale yazarken referans vermek mutlaka gerekli görülmeyebilir (yüz, yüz elli yıl önceki orijinal kaynaklara pratikte ulaşmak da zordur).
Bir ders kitabında alanın temel konularının sunuluşu sırasında asıl kaynak gösterilmesi gereken yerler, bu konuların güncel olarak işlendiği, tüm uzmanlarca otoriteleri kabul edilmiş, yaygın olarak kullanılan, yazarın kendisinin de bir aşamada mutlaka yararlanmış oluğu ders kitaplarıdır. Her bilim dalının bir dizi öncülünün üzerinde yükselen, sürekliliğe sahip bir yapı olduğunun öğrenci tarafından algılanması ve gerektiğinde başvurabileceği başka kaynaklardan haberdar edilmesi, ders kitaplarının genel bir kaynakçaya sahip olmalarını da zorunlu kılar. Aksi, bilim ve yayın etiği kadar, eğitim etiğine de aykırıdır.

Genel kaynakçanın dışında, herhangi bir kitaptan belli bir anlatım biçimi, örnek vs. aynen kullanılmış ise, bunun belli edilmesi ve sayfa göstererek atıfta bulunulması gerekir. Ders kitabı yazımının bir zorluğu, insanın meslek yaşamı boyunca çok yerde rastlamış olduğu anlatım ve ifade biçimlerinden kendini koruyabilmesinde yatmaktadır. Zira, ülkemiz kanunları olsun, Avrupa ülkelerinde geçerli Fikri Mülkiyet Yasaları olsun, bilginin içeriğinden “serbestçe yararlanma”yı esas almalarına karşın, yayınlanmış bir ifade biçiminin kendisini, yani sözcüklere dökülüşünu koruma altına almaktadırlar [5]. Bu nedenle, bir ders kitabı yazarken bir açıklama biçiminin, bir problemin ya da çözümün, farkında olmadan aklınızda kalmış bir formülasyon olup olmadığını kontrol etmek gerekir.

Ders kitaplarında genel bir bibliografyanın ötesinde, özel olarak referans verilmesi, hatta kaynak gösterilse bile ancak yayıncının izniyle kullanılması mümkün olan, bir olayı ya da olguyu örneklemek için çekilmiş fotoğraflar, çizilmiş olan resimler, deney sonuçları ya da tablolar gibi başka unsurlar da vardır. Bu unsurlar, konunun genel anlatımının dışında, çoğu kez teknisyenlerin özgün emeği ile üretilen eserlerdir ve bizim ülkemizin de taraf olduğu telif hakları anlaşmaları ile korunurlar. Ancak şekillerin, herkes tarafından yeniden çizilebilecek kadar basit olduğu ve ek veri gerektirmediği durumlarda, kullanılmaları serbesttir.[5] Buna karşın, bir başka kaynakta mevcut bir şekil ya da tablonun uyarlanarak kullanıldığı durumlarda bile, çoğu kez kaynak gösterilir.

YAYIN ADABI GELİŞİYOR
Ülkemizde yayın adabı tüm aksaklıklara karşın gelişmektedir ve giderek uluslararası normları yakalayacağı muhakkaktır. Bu değişim süreci içinde, yanlışlarda ısrar etmek yerine, bunların tasfiyesine katkıda bulunmak gerekir. Ancak açık kalplilikle girişilen yaygın bir tartışma süreci sonunda bilimsel kamuoyu kendi içinden ürettiği kurallar üzerinde bir oydaşıma varabilir, sürekli bir fakirlik/mağduriyet edebiyatı ile özel mazeretlerin arkasına sığınmaktan vazgeçebilir ve bunun getirdiği güvenle kendi bahçesini temizlemeye girişebilir. Öğrencilerimize bu konuda iyi örnek olmamız ve ileriye dönük olarak da yeni standartların oluşturulması ancak böyle mümkündür.

[1] http://www.tuba.gov.tr/index.php?id=403
[2] Türkiye Bilimler Akademisi Bilim Etiği Komitesi (2002), Bilimsel Araştırmada Etik ve Sorunları, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları 1, Ankara.
[3] A. Erzan, ed. (2008), Bilim Etiği El Kitabı, TÜBA Bilim ve Düşün Dizisi 17, Ankara.
[4] Belli bir mesleğin ya da kurumun üyelerinin onayladıkları gönüllü olarak kendilerini tabi kıldıkları ve meslektaşlarının bu çerçevede yaptıkları değerlendirmelere saygı duydukları bir ahlak ya da kurallar dizgesini kastediyorum. Açıktır ki bu kurallar yasalarla çelişemezler.
[5] Ünal Tekinalp (2008), “Bilim Etiğinin Hukuki Cephesi,” A. Erzan, ed., Bilim Etiği El Kitabı, TÜBA Bilim ve Düşün Dizisi 17, Ankara.
[6] Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, Madde 34, 35.
[7] Örneğin ışığın hızını “bilimsel notasyon”da virgülden sonra iki basamaklı bir sayı olarak belirtirken atıf gerekmez ama bilinen en yüksek kesinlik derecesinin ne olduğu tabi ki atıf gerektiren bir bilgidir.
[8] Bir radyo programında ya da bilimsel bir metinde, popüler bir türkünün ya da örneğin bir halk ilacının, geleneksel veya “anonim” olmasına karşın onu derleyen kişinin ve bu eseri/bilgiyi ona aktarmış olan kişinin belirtilmesi, özellikle antropologların giderek üzerinde titizlikle durdukları iyi uygulamalardandır.
Ayşe Erzan, Türkiye Bilimler Akademisi üyesi, Prof. Dr., Fizik Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi, erzan@itu.edu.tr

24 Eylül 2009

G.Ü' li Profesörün İntihal Oyunu

Gazi Üniversitesi intihal olayıyla sarsıldı. Eski Dekan Yardımcısı intihal (aşırma) yaptığı çalışmasına TÜBİTAK'tan destek isteyince.. >>>

23 Eylül 2009

Aile boyu intihal skandalı...(BUGÜN)

Prof. İnan Güler ve eşi Prof. Fatma Nihal Güler’in bir makalenin 15 yerinde intihal adı verilen bilimsel hırsızlık yaptıkları iddia edildi.

Karı koca hakkında soruşturma başlatıldı. Olayı inceleyen heyet, “Öğretim üyeliğinden çıkarılmalılar” dedi...Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan, gelen şikayetler üzerine öğretim üyesi Prof. Dr. İnan Güler ile eşi Prof. Dr. Fatma Nihal Güler hakkında bilimsel hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle soruşturma başlattı. Teknik Eğitim Fakültesi’nde görevli karı koca profesörler, ‘bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek’ ile suçlanıyor. Güler çiftinin, akademik çevrelerde kabul edilmeyen, kendi eserlerinden tekrarlar yapmak suretiyle ürettiği eserleri yeni gibi gösterdikleri de öne sürüldü.
İKİNCİ CEZAYA TEPKİ
Değişik fakültelerden 3 profesörün yürüttüğü soruşturma çerçevesinde savunma yapan Prof. İnan Güler, “Medical & Biomedical Engineering & Computing” isimli dergide yayımlanan ‘Precision of the time- domain correlation ultrasonic flowmeter isimli makalesi sebebiyle YÖK tarafından 1993 yılında o dönemde görev yaptığı Erciyes Üniversitesi’nde soruşturma geçirdiğini ve kınama cezası aldığını vurguladı. Güler, aynı gerekçeyle ikinci bir ceza verilmesini hukuka aykırı olduğunu ileri sürdü. >>>

19 Eylül 2009

Hakan Hastaoğlu - İNTERNET ÇAĞINDA İNTİHAL

Sözlük anlamıyla aşırma mânâsına gelen intihal, aslında düpedüz bir fikir/emek hırsızlığı. Tarih boyunca intihal ile ilgili birçok tartışma mevcut. Peki, yaşanan tartışmaların internet çağındaki akıbeti ne?
Tarih boyunca birçok ilim ve fikir adamı intihalle alakalı sorunlar yaşadı. Ya intihal yapmakla suçlandı veya kendi eserlerinden intihal yapıldığını iddia etti. Sözlük anlamıyla aşırma mânâsına gelen intihal, aslında düpedüz bir fikir/emek hırsızlığı. Başkasının emeğinin altına kendi imzanızı atarak bundan maddi, manevi, sosyal, akademik fayda elde etmeye çalışmanın ahlâki olarak savunulacak bir tarafı elbette yok. Peki, tarih boyunca yaşanan tartışmaların internet çağındaki akıbeti nedir? Cevap pek umut verici değil. İnternet dünyası intihal yapanları tespit etme ve bunları teşhir etme açısından birçok imkân sağlasa da intihal yapmayı çok kolaylaştırdı.
İnternetin ortaya çıkışıyla birlikte sanal âlemde yayınlanan her şeyin kamu malı olduğu gibi ilginç bir anlayış peyda oldu. Hiç kimseden izin almadan onun yazdığı yazıyı sitenizde, bloğunuzda yayınlayabiliyor, mail listenizdeki herkese gönderebiliyorsunuz. İşin acı tarafı, emeğe saygı gösterme bakımından metni yazan insanın adına, yayınladığı mecraya bile atıf yapmayabilirsiniz. Yazının asıl sahibi size bunun için müracaat etse, kendisine cevap bile vermeyebilirsiniz ve yaptığınız da yanınıza kâr kalır.
Blog yayıncılığı yükselen internet medyasında önemli bir konumda. Bugün dünyanın her tarafında, onlarca farklı dilde, yüzlerce farklı konuda yayın yapan milyonlarca blog var. Siz de kendi bloğunuzda ilgi alanınıza göre yazılar yazıyor, çektiğiniz resimleri paylaşıyorsunuz. Bir gün birde bakıyorsunuz ki, sizin yazdığınız metin aynen veya kısmen değiştirilerek başka bir blogda yayınlanıyor ve yazar adı olarak başkası görünüyor veya daha şanslı iseniz anonim olarak yayınlanmış. Bu noktada açıkçası yapabileceğiniz pek de bir şey yok. Karşı tarafa mail göndereceksiniz, durumu anlatacaksınız, insafına bağlı olarak yazınızın sayfadan kaldırılmasını veya altına isminizin yazılmasını sağlayacaksınız. Bir de uzun ama çok uzun bürokratik ve hukukî bir süreç takip edeceksiniz; tabii bu orada o sayfa kapatılıp başka bir isimle başka bir yerde yayına geçene kadar.
Emek harcayarak ürettiğiniz eğitici metinleri hayal edin. Bir de bakmışsınız ki, bir forum sayfasında bir kullanıcı tarafından yayınlanmış. Altına da “emeğe saygı” yazılarak diğer kullanıcılardan teşekkür beklendiğini ifade eden bir not düşülmüş. “Ama o yazıyı ben yazmıştım”. Ne yapabilirsiniz? O yazı zaten onlarca foruma eklendi ve internet medyasının anonim ürünleri haline geldi. Aynı her gün forumlarda, mail gruplarında, arkadaşlarınızın gönderdiği mail zincirlerinde okuduğunuz hikâyeler, şiirler, denemeler gibi.
Aslına bakılırsa işin daha hazin tarafı eğitim alanında görülüyor. Son yıllarda sıkça karşılaşılan ilköğretim ve üzeri her seviyedeki öğrencilerin “internetten ödev çıkarma” sorununu gözünüzün önüne getirin. Daha internetin ne olduğunu bilmeden, arama motoruna yazdığı iki anahtar kelimeye karşılık gelen, rastgele seçtiği sitelerden elde ettiği ve karşısındaki bilginin doğruluğu hakkında hiçbir fikri olmadan hazırladığı ödevleri düşünün. İnternet kafelerin kapısında “ödev çıkartılır” yazılmış. Acaba o çıkartılan ödevde öğrencinin ne kadar emeği var? İnternetteki onlarca ödev siteleri de cabası. Daha önce başkaları tarafından hazırlanmış binlerce hazır ödev, parasını ödeyip satın almanızı ve altına kendi adınızı yazıp öğretmeninize teslim etmenizi bekliyor. Bütün bu olan bitenin öğretmenler de farkında ve çocukların başkalarının emeklerini sahiplenmesine seslerini çıkarmıyorlar.
Başkalarının emeğine konma süreci ilköğretim seviyesinden başlayarak akademik düzeyde faaliyet gösteren insanlara kadar varıyor. Forumlarda başkaları için bitirme tezleri, projeler hazırlayan ve bunlarla maddi kazanç elde eden insanlar var. Yani parayı bastırıyorsunuz ve sizin için birileri tez yazıyor ve siz de akademisyen oluyorsunuz, diplomanızla mutlu mesut yaşıyorsunuz. Bunun hırsızlık tarafı çok belirginken daha sınırlı olan intihal hadiseleri de bolca mevcut. Makalelerde, kitaplarda bolca karşılaşılan yabancı dillerdeki yayınlardan tercüme edilerek kullanılan bölümler, metnin ana fikrini aşırmalar, bir bölüme referans verip alınan diğer bölümleri kendi fikriymiş gibi sunma çabaları internet çağında bolca karşılaşılan intihal vakaları. Zaman zaman medyaya da yansıyan akademik intihaller internetle birlikte çokça görülür oldu. İnternet gibi bütün dünyanın bilgisini sizin önünüze seren mecrada aşırma da kolaylaştı.
Bütün bu olumsuzlukların yanında, internette intihal hadiselerini araştıran, buldukları sonuçları teşhir eden ve hukukî yaptırım uygulanması için çalışan oluşumlar da yer alıyor. Maalesef yaşanan hadiselerin çoğunu ortaya çıkaramasa da yine de önemli işler yapıyorlar. Neyse ki öğrencinin teslim ettiği ödevin aşırma olup olmadığını tespit eden özel arama motorları bile var artık. Ama okurundan gelen mektubundaki cümleleri değiştirip kullanan gazeteciler, geçmiş yıllarda yayınladığı yazısının üzerinde oynayıp utanmadan yeniden yayınlayan yazarlar da var.

4 Ağustos 2009

Prof. Dr. Kayhan Kantarlı - İNTİHAL İDDİALARINA KARŞI BİR SIĞINAK: ANONİM BİLGİ

Bilim ve Gelecek,
Sayı 65 - Temmuz 2009

Yazıya başlarken son 30 yıldır toplum olarak uğratıldığımız etik değerler erozyonunda, başka kurumlardan çok daha önemli olarak üniversitelerin yeri hakkında kısa bir durum saptaması yapmakta yarar var.

Yaklaşık otuz yıldır 1980 askeri rejiminin ürünü olan YÖK yasası ve bu yasayla üniversitelere getirilen aşırı yetkilerle donatılmış, katılımcılık ve ortak akıl oluşturmaktan uzak bir yönetim anlayışı ile yönetilen üniversiteler, ülkenin sorunlarına çözüm arama ve önerme sorumluluklarını kaybettiler. Hukuku ve kendi varlık nedeninin temelini oluşturan bilimsel değerleri dışlayan bu yönetim anlayışı sonucunda, topluma örnek ve yol gösterici olması gereken üniversitelerimiz bu sorumluluklarına yabancılaştı.

Yine aynı dönemde, hukuku ve etik değerleri önemsemeyen siyasi yaklaşımların topluma benimsetmeyi başardığı “bireysel çıkarcılık” demek olan “işini bil, köşeyi dön” anlayışı, ne yazık ki bu anlayışa şiddetle karşı çıkması gereken üniversitelerde bile taraftar bulabildi. Fakültelerin tüzel kişiliğinin kaldırılarak dekanların birer daire başkanı, öğretim elemanlarının ise emir kulu sıradan memurlar durumunda olduğu bu düzen içinde üniversiteler bireysel çıkar sistemine öylesine uyum sağladılar ki, üniversiteyi üniversite yapan bilimsel değerlerin “akademik köşe dönme”aracı olarak kullanılması ve bu amaçla görülmedik bilimsel sahtecilik ve intihal örnekleri sergilenmesi gittikçe yaygınlaşan sıradan bir davranış haline geldi.

“Yoldan çıktılar”suçlamasıyla üniversiteleri merkezden (siyasi) kontrol için kurulan YÖK, her türlü yetki elinde olmasına karşın bu yetkilerini, öğretim üyesi kıyımı ve üniversitelerin ticarethaneye dönüştürülmesinde hiç tereddütsüz sonuna kadar kullanırken, üniversitelerde yaşanmaya başlanan etik değerler çöküntüsünün önlenmesinde ve “eğitim-araştırma ve yayın” etkinliklerinde üzerinde uzlaşmaya varılmış, evrensel olarak geçerli etik kodlar tanımlayıp bunların üniversitenin tüm unsurlarınca beninsenmesine öncülük etmekteki sorumluluklarını yerine getirmedi. Bu gerçeğin en önemli göstergesi, ülkemizdeki “Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği” anlayışının evrensel olarak geçerli olan anlayışla bütünleşmekten henüz çok uzaklarda olduğunu gösteren olaylarda bir azalma değil artış yaşanıyor olmasıdır. Bu artışın kitlesel ve organize bir boyuta ulaşması sonunda ülkemiz üniversitelerinde yaşanan aşırmacılık olayları batıdaki saygın bilim dergilerinde haber [1] ve "Il caso 'ring' turco - Türk (intihal) Zinciri” [2] başlığı altında doktora tezlerinin tartışma konusu olmaya başlamıştır.

YÖK sistemi, sistemin kuruluşundan gelen doğası gereği “yandaş korumacılığı”anlayışını sürdürebilecek olanakları elinde tutmak istediğinden, bilim ahlakının korunması ve yüceltilmesinde kendisini ve üniversite yönetimlerini bağlayan bir sorumluluk tanımı yapmaya da yanaşmamıştır. YÖK’ün bu konuda yaptığı tek düzenleme, "Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği" ne 1998 yılında eklediği bir fıkradır. Yapılan bu eklemeyle "bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi gösterme"eylemi yani intihal üniversite öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılmayı gerektiren bir suç olarak tanımlanmıştır [3].

İntihal olaylarını siyasi, kişiye özel taraflı durumlar dışında örtbas etmeye odaklanmış bir sistemin getirdiği bu yaptırımın gerçekçi olmadığı, yönetmelikte yazıldığı şekliyle hafif-ağır demeden her tür intihale uygulanacağını çağrıştırmasıyla daha ilk günden belli olmuştu. İntihalin bir disiplin suçu olarak ele alınmasındaki iyi tanımlanmamış bu yaklaşım ne yazık ki hafif, fakat çok daha onursal olan uyarma/kınama gibi etkili olabilecek yaptırımları da bir çırpıda ortada kaldırmış, sonunda ne kadar hafif olursa olsun cezalandırılması gereken intihalin uygulamada, adeta hoş karşılandığı şekilde yaptırımsız kalmasına neden olmuştur.

Açıkçası, YÖK ve üniversite yönetimlerinin söz konusu “yandaş korumacılığı” nadayanan etik dışı tutum ve yaklaşımları sonucu, en caydırıcı olabilecek bir yaptırım, bilim ahlakının korunmasında en küçük bir etki yaramatadığı gibi tam tersine, bilim etiği tartışmalarını bir kaos ortamına sürüklemiştir. Yaratılan kaos ortamının temelinde intihal eyleminin ne olduğu, hangi tür alıntılara nasıl yaklaşılacağı hakkında evrensel bilim etiği ilkeleri ve fikri mülkiyet hukukuna dayanan bir anlayış birliğinin sağlanamamış olması yatmaktadır. Bilim etiği tartışmalarının içine sokulduğu kaos ortamı gücünü şimdiye kadar sistemin “örtbas etme” yaklaşımından alıyorken, bu gün artık bir intihal davası nedeniyle bilim etiği literatüne girmiş olan “anonim bilgi” kavramından beslenmektedir.

Anımsanacağı gibi, YÖK eski Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, yazarı olduğu “Annenin Kitabı (1968)” isimli kitabının Dr. Benjamin Spock’un “Baby And Childcare (1946)” isimli kitabından aşırma/intihalolduğunu iddia eden Prof. Dr. Hasan Yazıcı aleyhinde tazminat davası açmış, altı yıl devam eden yargılama süreci sonunda son sözü söyleyen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun (YHGK) verdiği kararla, dava profesör Doğramacı lehine sonuçlanmıştı. YHGK’nun 10.05.2006 tarih ve E. 2006/4-230, K.2006/288 sayılı gerekçeli kararı özet olarak, “Profesör Doğramacı'nın ‘Annenin Kitabı’ adlı eserinin bilimsel olmadığı; bilimsel olmayan eserlerin anonim kavram ve fikirler içerdiği, böyle anonim kavram ve fikirlerin ancak benzer şekilde ifade edilebileceği...... kaldı ki günümüzde de kaynak verilmeden alıntı yapılmaması-yani yapılırsa intihal sayılacağı- kuralının daha çok bilimsel nitelikli kitaplar için geçerli olan bir zorunluluk olduğu"gerekçesine dayanmaktadır [4].

Akademik çevrelerde halen devam etmekte olan eleştiri ve tartışmalara yol açan bu karar bilim etiği literatürüne yeni bir kavramsal anlayış kazandırmıştır. Bu anlayışın yapılan eleştirileri önemli kılan “bilimsel eser nedir?” ve “intihal nedir?” sorularıyla ilgili iki cephesi vardır. Birinci cephede, iki bilim insanı tarafından yazılan ve bilimsel bilgi içeriği nedeniyle birer bilimsel eser olduğu açık olan Doğramacı ve Spock’un kitaplarının, tıp öğrencilerine değil de, annelere yönelik isimler taşımasına bakılarak “bilimsel olmadığının” öne sürülmüş olması sorunu bulunmaktadır. Hiç şüphesiz, Profesör Doğramacı’nın itiraz etmeyip kabullenmesi, yargı kararındaki bu nitelemenin doğru ve eleştirilemez olduğu anlamına gelmez.

Her iki kitabın da hasta bebekleri okuyup üfleyerek ya da örneğin kabızlık sorununu sinameki otu suyunu içererek tedavi etmek gibi, halk arasındaki nesilden nesile aktarılmış bilim dışı bilgilerin derlenmesine değil, zamanın tıp literatüründe uzun yıllar boyunca oluşan bilimsel bilgi birikimine dayandığına hiç bir bilim insanının itirazı olmaması gerekir. Bu gerçek bir yana, YHGK kararının “eserin bilimselliği” cephesinin, yapılmakta olan eleştirilere haklılık kazandıran yönü, “intihalin yalnızca bilimsel eserleri ilgilendirdiği, bilimsel olmayan eserlerde ise başkalarının bilimsel olmayan eserlerinden kaynak gösterilmeden yapılan alıntıların intihal sayılamayacağı” ifade edilen değerlendirmesinin 5846 no’lu Fikir ve Sanat Eserleri Yasası (FSEY) ile çok açık bir çelişki oluşturmasıdır. Çünkü, FSEY fikri mülkiyet hakları yönünden korunacak eserler arasında “bilimsel olan-olmayan” gibi bir ayırım yapmamıştır [5].

Fikri Mülkiyet Hukuku uzmanı Prof. Dr. Ünal Tekinalp’in söz konusu YHGK kararında yer alan “eser” kavramı bağlamındaki tespit ve değerlendirmesi şöyledir [6]. “Anılan karar, olaya gerekli noktadan, yani ‘eser’ kavramından değil, ‘el kitabı’ndan yaklaşmıştır. Bu yanlıştır. Kanun, 1/B hükmünde bir fikri ürünün eser olabilmesi için sahibinin hususiyetini taşımasını yeterli görmüştür. ‘Hususiyet’ kelimesi ile geniş anlamda ‘uslup’ kastedilmiştir. Orijinallikten kasıt da fikrin işleniş şekli, fikri çabanın ifade edilişi ve yaratıcı çabanın eser sahibine özgü bir şekilde somutlaşmasıdır. Bir el kitabı da eser olabilir; bir ürüne el kitabı olduğu için eser değildir denilemez.”

Doğal olarak Tekinalp’in bu tespit ve görüşleri, bir eser yaratılırken daha önce yazılmış başkalarına ait eserlerden yararlanılamayacağı anlamına gelmez. Kaldı ki, örneğin ister tıp öğrencilerine yönelik bir ders kitabı, ister çocuk sağlığı için annelere ya da diyelim şeker hastalarının eğitimine yönelik olarak yazılmış bir el kitabı olsun, bilimsel bir eserin konuyla ilgili bilimsel bilgi birikiminin yer aldığı başka eserlerden yararlanmadan yazılabileceğini kimse iddia edemez. Böyle bir iddiada bulunulması “o eserde yer alan bilimsel bilginin, eserin sahibi tarafından keşfedildiği” gibi olağan dışı bir anlam taşır.

Ancak bilimsel olsun ya da olmasın, bir eseri yazarken başka eserlerden yararlanma özgürlüğü, tüm hak ve özgürlük alanlarında olduğu gibi kuralsız ve sınırsız değildir. Bu nedenle FSEY’nın “İktibas serbestisi” başlıklıklı 35. maddesi söz konusu yararlanma özgürlüğünü bir kurala bağlamıştır. İktibas (alıntı) serbestisi bir eserden, eser sahibinin iznine gerek kalmaksızın, fakat kaynak göstermek koşuluyla alıntı yapma hakkıdır [6, 7]. Alıntı yapma hakkının kaynak gösterilmeden kullanılması, FSEY ‘na göre hapis ya da para cezası gerektiren bir suç oluşturur. Bu suçun üniversite öğretim üyeliği mesleği dolayısıyla yazılan ders kitabı gibi bir eserle ilgili olması halinde ise eylem, ayrıca bilim etiğinin korunmasına yönelik olarak disiplin yönetmeliğinin kapsamına da girer ki, yukarıda belirtildiği gibi öğretim elemanları disiplin yönetmeliğinin en ağır akademik suç olarak tanımladığı intihal eylemi için öngördüğü ceza ise öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılmaktır [3].

YHGK’nun söz konusu dava hakkında verdiği kararın sonucu olarak gelişen yeni kavramsal anlayışın, “intihalin anlamı” ile ilgili olan ikinci cephesi işte tam bu noktada kendini göstermektedir. Kararda “….bilimsel olmayan eserlerin anonim kavram ve fikirler içerdiği, böyle anonim kavram ve fikirlerin ancak benzer şekilde-yani kaynak göstermeden- ifade edilebileceği” belirtilmiştir. Kararın bu cephesi, intihal suçlaması ile karşılaşan kişilere ne yazık ki, bu ifadeleri kolayca saptırarak intihal suçlamasından kurtulabilme kapısını açmıştır. Yani bu değerlendirme, kanıtlara dayanan intihal iddialarının boşa çıkarılarak sorumluların haksız yere aklanmasını sağlayabilecek bir nitelik taşımaktadır.

Türk Dil Kurumu’nun (TDK) Büyük Türkçe Sözlük’üne göre “anonim” kelimesi “adı sanı bilinmeyen, yazanı-yapanı, söyleyeni bilinmeyen (eser)” demektir [8]. Sahibi belli olan ve FSEY’ndaki eser tanımı kapsamına giren fikir ve sanat ürünlerinin, örneğin bir ders kitabının “sahibinin hususiyetini taşıdığı” kabul edildiğine göre, böyle bir eserden yapılan alıntıların “anonim kavram ve bilgiler” diye nitelendirilemeyeceği açıktır. Dolayısıyla alıntılar için yasada belirtilen kaynak gösterme zorunluluğu eser tanımı ile birlikte ele alınmalıdır. Bu açıdan bakıldığında örneğin, yazarı belli olan bir kitaptaki hiçbir anlatım, sunum, formül, şekil, tablo, grafik vb., “anonim bilgi” kavramı içine sokularak yasanın koruma alanı dışına çıkarılamamalıdır, bunları kaynak göstermeden kullanmak FSEY’na aykırıdır ve bazı durumlarda “yasaklanmış iktibas oluşturur [6].

Fakat, YHGK’nun verdiği karar, bir talihsizlik olarak böyle bir dışarlamayı olanaklı hale getirmiş bulunmaktadır. Bu durumun sonucu olarak, yazdığı bir kitapta başkalarına ait kitaplardan şekil, tablo, grafik vb. ni kaynak göstermeden ve hatta kitapların iç kapaklarındaki telif hakkı (copyright) uyarısını yok sayıp yayınevinden izin almadan kullandıkları için intihal suçlamasıyla karşılaşanlar, şimdi artık bu karardan esinlenerek rahatça “kitabımda tek bir kaynak göstermediğim doğrudur, ancak intihal gerekçesi olarak öne sürülen alıntılar bir çok kitapta bulunan anonim bilgilerdir, dolayısıyla intihal sayılmaz” diyebilmektedir. İddialar üzerine yaptırılan incelemelerde raportör görevi verilen bazı saygın bilim insanları ise saptırılmış bu savunmayı, bilimsel tarafsızlık ilkesinin yıkımı pahasına daha da ileri götürerek, “iddia konusu alıntıların anonim bilgiler olduğu, böyle anonim bilgilerin alıntılandığı eserlerin kaynak göstermemenin mübah olduğu, aslında lisans kitaplarında kaynak gösterilmeyebileceği, kaynak gösterme zorunluluğunun daha çok yüksek lisans kitapları için geçerli olduğu” şeklindeki, değerlendirmeleri rahatça yapmaya başlamışlardır.

Söz konusu YHGK kararı öncesinde pek görülmemiş bir olgu olan “anonim bilgi” sığınağı o kadar abartılı hale getirilmiştir ki, örneğin intihal iddialarına konu olan eserin, lisans ders kitabı gibi bilimselliğinin su götürmez olduğu bir durumda, YHGK kararında yapılan, “bilimsel nitelikli kitaplar için kaynak gösterme zorunluluğu vardır” vurgulaması bile, iddiaları mutlaka anonim bilgi sığınağına sokabilmek amacıyla görmezden gelinerek, “kitabın esas olarak herkese malolmuş (anonim) bilgiler içerdiği, dolayısıyla kaynak gösterilmeyebileceği” gibi dürüstlük ve tarafsızlığın egemen oluğu bir akademik yaşamda asla yeri olmayan zorlama görüşler ileri sürülebilmektedir.

İntihal suçlamasıyla karşılaşanların savunmalarında, bilim insanlarının ise bilirkişi sıfatıyla hazırladıkları raporlarda yaptıkları, anonim bilgi sığınağını çatırdatan ibret verici bir zorlama ise, “kopyala-yapıştır” yöntemiyle intihal edildiği orijinal kitapta alt yazı ya da başlığında hem kaynak gösterilmiş, hem de kitabın yayıncısından izin alındığı notu düşülmüş özel şekil ve tabloların dahi anonim bilgi sayılarak ağzına kadar dolmuş olan sığınağa sokulmak istenmesidir.

İddia ve şikayet edilen intihalin gerçekliği konusunda, her öğretim üyesinin mesleği gereği bilmek ve öğrenmek durumunda olduğu evrensel bilim etiği ilkeleri ve ilgili yasal mevzuat bağlamında tarafsız olarak değerlendirip görüş bildirmek üzere görevlendirilen bilim insanlarının, intihal suçlamasının muhatabı olan kişileri korumak amacıyla sahiplenebildiği, bilim insanı sorumluluğuyla asla bağdaşmayan böylesi etik dışı yaklaşımların halk arasındaki adı “işi kitabına uydurmak” tır.

Bilimsel çalışmalarının bilim dünyasındaki etkisi nedeniyle uluslarası saygınlık kazanmış bazı bilim insanlarının benimsediği “işi kitabına uydurma” ilkesi ile bu saygınlığı kazanmış bilim insanlarını çatısı altında toplayan bilim akademilerinin ortak değeri olan aşağıdaki iki ilkesi[9]arasındaki çelişkinin takdiri ve değerlendirilmesi okuyuculara aittir:

(i) Bilimsel yayınlarda ve genel kamuoyuna dönük olarak yayınlanan her türlü makale, derleme, kitap ve benzeri yayınlarda yararlanılan başkalarına ait yayınlar kaynak olarak gösterilmedir;

(ii) Bilim insanı, akademik yaşamının bütün evrelerinde ve öğretim, yönetim ve akademik değerlendirmelere ilişkin görevlerde bilimsel liyakatı temel ölçüt olarak kabul eder, temel etik kurallarının dışına çıkmaz ve bu kuralların dışına çıkılmasına göz yummaz. Eğitimin eksik verilmesi, kopyacılık, akademik ilerleme ve ödül jürilerinde bilimsel liyakat ölçütlerinin dışına çıkmak, kişileri kayırmak ve benzer davranışlar kabul edilemez.

Evrensel bilim etiği kodlarında yeri olmayan ve ayrıca FSEY’ndan da taşan “anonim bilgi kavramı” ile inşa edilen sığınağın -her türlü bilimsel ve etik çelişkiyi göze almak pahasına- ders kitabı gibi bilimsel eserlerle ilgili intihal iddialarına kadar genişletilmek istenmesi, ülkemizde can çekişmekte olan bilim etiğinin kurtuluşu yönünden son derece endişe vericidir. Anonim bilgi sığınağı YHGK’nun söz konusu kararından alınan ilhamla bilimsel kitapları da içine alacak kadar genişletmeye çalışanların, ülkemizdeki bilim etiği çalışmalarının tartışmasız öncüsü durumunda olan uluslararası saygınlığa sahip kurumlarımızın üyeleri arasından da çıkması nedeniyle bu endişe bir umutsuzluğa dönüşmekle karşı karşıyadır.

Anonim bilgi sığınağının, kurulduğu günden bu güne evrensel bilim etiği ilke ve normlarının ülkemizde de geçerli olması için değerli çalışmalar yapan, bilim insanları için etik kodları tanımlayıp ilan eden, kitaplar yayınlayan konferans ve sempozyumlar düzenleyen, ülkenin uluslararası saygınlığı tartışılmaz seçkin bilim kuruluşlarının bazı üyelerince de benimsenmesi kabul edilebilecek bir olgu değildir. Bu kuruluşlarımızın bilim etiği normlarını öncelikle kendi içinde gözetmesini beklemek haksızlık olmaz sanırım.

Gidişin, anonim bilgi sığınağını bilimsel kitaplardan sonra, bilimsel makalelerdeki intihal ve sahtecilikleri de içine alacak şekilde genişletilmesine doğru olduğu açıktır. YÖK sisteminin akademik yükseltmelerde “nitelik önemli değil, yeter ki çok yayın yap” ilkesi(zliği) devam ederken bu sığınağın, daha çok intihalcinin sığacağı şekilde iyice genişletilmesi gerekebilecektir.

Bu gidiş karşısında, bilim ahlakının geride bırakıldığı olguların giderek artacağı kuşkusuzdur. Çok yazık… Bakalım kimin aklı daha önce başına gelip bu gidişe son vermek üzere, Akademia’nın saygınlığını korumak isteyecek? Yoksa YÖK, ÜAK, TÜBİTAK ve TÜBA gibi ilgili kurumlar ve bu kurumların “bilimin ahlaki değer sınırları içinde” işletilmesinden sorumlu olan makamlar, felaketin burada açıklanan boyutları karşısında da bir önlem almayıp şimdiye kadar olduğu gibi yine susacaklar mı? Yoksa “en iyisi sıfırdan başlamalı ve bunun için de 76 yıl öncesine dönüp ‘Üniversiteler Mülgadır’ yasası çıkarılmalıdır!” demek zorunda mı kalacağız?

Hayır, bu kadar karamsar olmak haksızlık olur. Unutmayalım ki ülkemiz akademik yaşamında bilim ahlakının egemenliğini sağlamaktan sorumlu kurumlar yalnızca yöneticilerinden ibaret değildir. O kurumlar,“etik olmazsa bilim de olmayacağını” mesleklerinin en kutsal değeri olarak içselleştirmiş bilim insanları sayesinde ayakta kalabilmektedir. Onlar hiç şüphesiz yaşanmakta olan ve içinde “intihal serbestliğini barındıran” felaket karşısında sessiz kalmayacak ve sonuçsuz kalması yalnızca aşırmacıların işine gelen bu tartışmalarda yerlerini koruyarak bilimsel dürüstlüğe yeniden can vermeyi başaracaklardır.

Kaynaklar:

[1]http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/419787.asp
[2]http://www.fedoa.unina.it/2317/
[3]http://www.yok.gov.tr/content/view/458/183/lang,tr
[4]Yazıcı, H., Cumhuriyet BT Dergisi, sayı 1007, 21 (2006)
[5]http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/957.html
[6]Tekinalp Ü, “ Bilim Etiğinin Hukuki Cephesi”, Bilim Etiği Elkitabı Ed.A. Erzan, TÜBA yayınları, 75-84 (2008);
[7]Çağlayan, R., http://www.e-akademi.org/makaleler/rcaglayan-1.htm;
[8] http://tdkterim.gov.tr/bts
[9] http://www.tuba.gov.tr/duyuru.php?id=41

Kayhan KANTARLI
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü
Bornova, 35100 İzmir
e-mail: kayhankantarli@gmail.com
Tel: (0532)-630 1473
EGE ÜNİVERSİTESİ

17 Temmuz 2009

Metin Münir - USTURAYI TIRAŞ ETMEK

Nature, dünyanın belki de en saygın bilim dergisidir. İki yıl önce bu dergide bir yazı yayımlandı ve bazı Türk fizikçilerinin bilim hırsızlığı yaptığı iddia edildi. Ancak Türkiye’nin sistemi içinde iddia bir türlü doğrulanmadı ve gereği yapılmadı. Bilim hırsızlığıyla suçlananlar mahkeme kararıyla ya eski üniversitelerine döndüler ya da başka öğretim kurumlarında çalışmalarını sürdürüyorlar.
“Usturayı tıraş etmesini bilen silgiyi silmeyi de bilir” derler.
Başkalarının çalışmasından çalıp tez yayımladığı iddia edilen birçok başka öğretim üyesi de cezalandırılmadı.
Bilim hırsızlığı, yani intihal, tam gaz devam ediyor.
Bu rezaletin nedenlerinden biri Yükseköğretim Kurulu’dur (YÖK). YÖK, üniversitelerdeki bilimsel ahlak çıtasını yüksek tutmaktan sorumludur. Ama bu sorumluluğunu yerine getiremiyor. İntihal skandalının patlak verdiği Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden gelen dosyaları iki yıldır “inceliyor”. Sonuç yok.
İyimserliğe de yer yok. Yeni Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Profesör Yusuf Ziya Özcan, üniversite sisteminin canhıraş feryatlarla talep ettiği reformcu biri değil.
“Sistemle uzlaştı” diyor, onu iyi tanıyan bir bilim adamı.
Özcan, Aksiyon dergisinin son sayısında yayımlanan bir söyleşide giderek artan intihal olaylarının üniversitelerdeki huzursuzluktan kaynaklandığını iddia etti.
“Üniversitede huzur olmaz, insanlar birbirleri ile kavga ederse sonunda birbiri hakkında intihal suçlamaları başlıyor. İntihalin arttığından emin değilim. Bence artan, üniversitedeki huzursuzluk.”
Yorum değil karar gerekli
Bu beyandaki tutarsızlığı görmek için profesör olmaya gerek yok.
Huzursuz üniversitelerde intihal suçlaması başlayabilir ama intihal başlamaz. İntihali yaratan suçlama değil, bilimsel ahlaksızlık ve denetim eksikliğidir. Ortadan kaldıracak olan da huzurlu akademik yaşam değildir.
Özcan, suçu üniversitelerdeki “huzursuzluğa” yükleyerek intihalin arttığı konusunda şüphe uyandırıyor. Oysa kuruma ulaşan belgelere ve bilirkişi raporlarına bakarak, üniversitelerde bilimsel hırsızlığın çoğaldığını şüphe götürmez biçimde biliyor olmalı.
Aksiyon soruyor: Üniversite ve hocaların performansından memnun musunuz?
“Makale sayısını baz alırsanız performanstan memnunum” diye cevap veriyor Özcan. “Burada geçen yıl on dokuzuncu sıradan on sekizinci sıraya yükseldik.”
Aynı Özcan, üniversitelerde dil konusunda “büyük sıkıntılar” olduğunu itiraf ediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılamayan veya başarısız olunan bir konu varsa bu da dil öğretimi imiş.
“Son zamanlarda Suudi Arabistan’a gittim. Her gittiğimiz üniversitede neredeyse bütün öğretim üyeleri mükemmel İngilizce konuşuyordu. Ben şimdi merak ediyorum. Bizim üniversitelerimizde kaç hoca kalkıp kendi bölümünü bir yabancı dille anlatabilir?” diyor.
E peki Yusuf Ziya Bey, hiç merak etmediniz mi? Yabancı dil bilmeyen bu hocalarınız nasıl oluyor da binlerce, mükemmel İngilizce ile yazılmış makale yayımlıyor yabancı dilde dergilerde?
Kamuoyu sizden yorum değil karar bekliyor. Neden intihal dosyaları rafa kaldırıldı? Neden sonuçlandırılmıyor?

11 Temmuz 2009

CHP, ‘intihal’ soruşturmasını sordu (Anayurt)

ANKARA (A.A) Cumhuriyet Halk Partisi Samsun Milletvekili Haluk Koç, ‘’intihal’’ suçlamasıyla soruşturma açılan öğretim üyelerini sordu.

Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığına sunduğu yazılı soru önergesinde Koç, YÖK’e bağlı yüksek öğretim kurumlarında görev yapan veya emekli olan kaç öğretim üyesinin, intihal suçlamasıyla soruşturma geçirdiğini öğrenmek istedi.

Koç, ‘’Bu soruşturmalar, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atamaları yapılan rektörlerin görev sürelerinde hangi üniversitelerde, kaç kişiyi kapsamaktadır?’’ dedi.>>>

27 Haziran 2009

Prof. Dr. Rıdvan Karluk - GERÇEK BİLİM İNSANI KİMDİR? 2 (Sakarya Gazetesi)

Pazartesi günü bu köşede yayınlanan yazım üzerine çok sayıda öğretim üyesi okurumdan olumlu tepkiler aldım. Türk bilim dünyasında gerçek anlamda bilim insanı olmanın gururunu taşımanın ne kadar önemli olduğunu bir defa daha anladım. Çünkü, etrafımızda gerçek olmayan bilim insanları çoğaldıkça, gerçek olanların değeri daha da artmaktadır.
PLAGIARISM-TURKISH.BLOGSPOT.COM adresinde, gerçek ve gerçek olmayan bilim insanlarıyla ilgili yazılanları okuduğunuzda, gerçek bilim insanlarının giderek azalmakta olduğuna tanık olabilirsiniz.
Şimdi, Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden değerli meslektaşım Prof. Dr. İbrahim Ortaş´ın (iortas@cu.edu.tr) bir süre önce konu ile ilgili olarak yazmış olduğu bir yazının Pazartesi günün köşeme alamadığım kısmını sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.
Bilim İnsanının Temel Özelliği Yorum Yapabilmesidir
Bilim insanının temel özelliği, ürettiği veriyi yorumlayabilmesidir. Mehmet Yapıcı,  (Bilim ve Bilim İnsanının Nitelikleri , Üniversite ve Toplum Mart 2005 Cilt 5) bilim insanını şöyle tanımlamaktadır: "Bilim insanını bilim sürecinde stratejik bir noktaya taşıyan temel nokta, yorumlama sürecidir. Bilim insanının olgu ve olayları yorumlama yöntem ve süreci, onun nesnelliğinin de ölçüsüdür."
Elde edilen verilerin yorumlanması, bilgi ve teknolojiye dönüştürmesi asıl olandır. Veri toplama ve süreci izleme ise teknisyenlik işlevi olarak değerlendirilir.
Bilim Adamı Özgürdür ve Hiçbir Otoriteye Bağlı Değildir
Bilim insanı temelde bilinenlerden ve bilinmeyenlerden yola çıkarak, yeni düşünceleri üretebilmeli, ürettiklerini toplum yararına söyleyebilmeli ve yazabilmelidir. Her türlü yargıya karşı öz güvenle düşüncelerini savunabilmedir.
Bilim İnsanının Otorite ve Güç Karşısında Korkmaya Hakkı Yoktur
Aksi taktirde bilim ve onun insanlık yararına olan etkisi yansıtılamaz. Ortaçağın uzun  sürmesi (yaklaşık 800 yıl) bilim insanlarının suskunluğu ve çekingenliğine bağlanmaktadır. Leonardo da Vinci, "Bilim adamları tıpkı Aristoteles ve Platon gibi, kendi düşüncelerini hiçbir etki altında kalmadan geliştirmeli ve savunmalıdır" demektedir.
Bilim İnsanı Yetişkin Birey Özelliğine Sahiptir
Bilim insanı, yetişkin birey olma özelliği gerektirir. Her yönü ile donanımlı, kendisi ile barışık, küçük makam ve mevkilere ve çıkar ilişkileri konusunda zaafı olmayan, yerine göre EVET ve HAYIR diyebilen bir özelliktir.
Her ortamda güven veren, söyledikleri ile tutarlı, günün koşullarına göre tavır değiştirmeyen kişiliktir.
Yetişkin birey özelliği beynine ve vücuduna değer veren kişiliktir.
Okuyan, bağımsız düşünebilen ve karar verebilen kişiliktir.
Bilimsellik veya bilim insanlığı iç tutarlılığı olan bir yaşam biçimidir. Bilim insanı öncelikle etik değerlere ve içsel dürüstlüğe sahiptir. Bilim insanının etik değeri ve içsel dürüstlüğü  kendi iç disiplinine bağlıdır.
Bilim insanının her şeyden önce biz merkezli, ortak akla güvenen ve yaşatan, sürükleyici vizyon oluşturan bir yapıda olması gerekir. Ben merkezli, kısır düşünen, bilgi paylaşamayan, vizyon oluşturamayan yapılardaki kişilikler  bilime katkı sağlamaz, aksine  bilimden yararlanırlar.
Bilimsel araştırma yapma yeri olan üniversitelerde bugün değer olarak kabul edilen mutlaka idari görev yapmak ve  yöneticilere yakın olmak anlayışı, üniversitelilik kültürüne zarar vermiştir.
Bilim İnsanlığı Bir Paye midir? 
Akademik unvanların kolay elde edilmemesi için belirli kurumların belirli ilkelere göre gerekli şartları yerine getirmesi gerekir. Çoğu zaman akademik unvan adı altında kişi herhangi bir alanda belirli gözlem ve ölçümlere dayalı verileri bir araya getirerek ve biraz yorum katarak yüksek lisans ve doktora payesi alabilmektedir.
Kişiden beklenen, bilimin nesnelik ve objektifliği içinde metodolojik çalışma ile soru sorarak, verilerini sınıflayarak ve yorumlayarak bilgi üretmesidir. Ancak çoğu zamana kişi bu unvanı aldıktan sonra bir daha merak ederek bilmek istememektedir. 
Özellikle de özel iş yapmayı benimseyenler ile politikacıların akademik unvanların arkasına sığındıkları ve bunun da akademisyenliğe büyük zarar verdiği bilinmektedir.
18 HAZİRAN 2009 TARİHİNDE YAYINLANAN "DÜZELTME VE CEVAP METNİ" NE KISA CEVABIM
Sakarya gazetesinde 18 Haziran 2009 tarihinde, şahsiyet haklarımı ihlal eden ve devam eden yargı sürecini etkilemeye yönelik olarak (28.04. 2009 tarihinde -Esas: 2009/194-  Eskişehir 2. İdare Mahkemesinde yürütmenin durdurulması ve iptal davası) gerçeklerle bağdaşmayan bir metin yayınlanmıştır.
YÖK Başkan Vekili Prof. Dr. İzzet Özgenç, Dr. Erol Kutlu hakkında  "Bilgi Toplumunda Kalkınma Stratejileri isimli eserinde İNTİHAL YAPTIĞI kanaatinin oluştuğu belirtilmiştir" diyerek, gereğinin yapılmasını ilgili kurumdan talep etmiştir.
Bu talebinin gerisinde, alanında uzman İstanbul Üniversitesi´nin üç öğretim üyesinin "intihal yapılmıştır" kanaatinin oluştuğuna ilişkin raporları vardır. 
Ayrıca, AÜ raporunda  imzası bulunan bir öğretim üyesi de, intihali tespit etmiş ve bunu  yazdığı el yazısı mektup ile belgelemiştir: "SENİN İNTİHAL İDDİANDA HAKLI OLDUĞUNU GÖRDÜM." 
AÜ Rektörlüğü YÖK´e yazmış olduğu yazıda şu ifadeyi kullanmıştır: "kitap 2000 yılında basıldığından ceza verme yetkisi ZAMAN AŞIMINA UĞRADIĞINDAN herhangi bir ceza verilmesinin de mümkün olamayacağı düşünülmektedir."
Diğer bir deyişle Rektörlük, 23.01.2009 tarihli yazısında  intihal fiili işlenmemiştir  dememiş, aksine "intihal fiili gerçekleşmiştir ama zaman aşımına uğradığı için disiplin yönetmeliğini ilgili maddesi uygulanamamaktadır" savunmasını yapmıştır. Konu idari yargıda yargılama aşamasındadır.
İntihal (bilimsel hırsızlık) suçlarında zaman aşımı 3 Haziran 2005 tarihinde kaldırılmıştır. 2005 yılından sonra intihal yapan öğretim üyeleri artık zaman aşımı gerekçesine sığınamayacaklardır.
Dr. Erol  Kutlu vekili, gerçekleri saptırmaktadır. Çünkü,  Eskişehir İdare Mahkemesi tarafından Dr. Erol Kutlu´nun  şahsıma iftirada bulunduğunun belirlenmesi  (Eskişehir 3. Asliye Hukuk Mahkemesi´nin 2004 /321 dava dosyası) üzerine (Eskişehir İdare Mahkemesi Esas: 2004/1139, Karar: 2005/1223) ŞAHSIMA YÖNELİK İDARİ İŞLEMİ Eskişehir İdare Mahkemesi İPTAL ETMİŞTİR.
Düzeltme metninde yer alan "… eserin önsözünde sırf kendine teşekkür edildiği için" denerek olay küçümsemeye çalışılmıştır.
Bilimsel çalışmalarda saygın bir ismin ne kadar önemli olduğunu Yrd. Doç. Dr. Ahmet Can Bakkalcı,  6 Ocak 2009 tarihinde şahsıma yazmış olduğu mektupta şöyle ifade etmiştir: "YALNIZCA İSMİNİZİN OLMASI BİLE BİZİM ÖNÜMÜZÜ AÇARAK, İŞLERİMİZİ ÇOK KOLAYLAŞTIRDI."
Adımı hiç kimse benden habersiz, üstelik YÖK kararına göre intihal bir kitapta doçentlik jürisini etkilemek için kullanamaz.
Ben kimseye karşı hasmane bir tutum içinde değilim. Fakat bilimsel hırsızlıkların üniversitelerde cezasız kalmasına da karşıyım. Hukuk devletinde  herkes suç oluşturmamak şartıyla görüşlerini açıklayabilir. Bunun aksi, AİHŞ´nin 10 ncu maddesine aykırıdır: "Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir."
Üniversitelerde Anabilim Başkanlığı bilimsel bir makam olduğu için adayın  belli bilimsel niteliklere sahip olması gerekir. 
Anabilim dalı başkanlığı bir AT "YARIŞI" olmayıp, "bilimsel nitelik" yarışıdır. At yarışlarında olduğu gibi, "senin atın 15 saniyede, benim atım 10 saniyede parkuru tamamladı. Ben seni geçtim." demek değildir, olmaması da gereklidir.
YÖK´ün 06.01.2009 tarihli yazısını "yok" (keenlemyekun)  hükmünde sayarak kamuoyunu yanlış bilgilendirmek, TCK Madde 204 ve 277 nci maddelerinin ihlali anlamına gelir ve bu durum bir suçtur.
Okurlarımın, 20 Haziran 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi´nde yer alan haberi bu açıdan özellikle okumalarını öneririm.
Konu ile ilgili olarak şahsiyet haklarımı korumak için gereğini yerine getirdiğimi de okurlarımla paylaşmakta yarar görüyorum.
Hiç bir suç cezasız kalmaz.

22 Haziran 2009

Prof. Dr. Rıdvan Karluk - GERÇEK BİLİM İNSANI KİMDİR?1 (Sakarya Gazetesi)

Geçenlerde Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden değerli meslektaşım Prof. Dr. İbrahim Ortaş ´ın (iortas@cu.edu.tr) bir süre önce yazmış olduğu bir yazıyı bir dostum bana gönderdi. Sanırım benim intihal ( bilimsel hırsızlık) yazılarımdan etkilenmiş olsa gerek. Çünkü,  PLAGIARISM-TURKISH. BLOGSPOT. COM  adresinde Türkiye´de intihaller ile ilgili 9 makalem yayınlanmıştır.
Konu ile ilgili yazılarım üzerine bana çok sayıda belge gelmiştir. Uygun bir zamanda bunları, yorumlarıyla birlikte kitap halinde yayınlamayı düşünmekteyim. Böylece, intihal yaptığı yargı ya da YÖK kararı ile kesinleşen öğretim üyelerinin kimler olduğunu kamuoyunun bilgisine sunacağım.
Temiz bir bilim dünyası için, intihalden arındırılmış eserler üreten bir Türkiye için bu yükün altına gireceğim.
İntihalci öğretim üyelerinden bazıları, Türk atasözündeki gerçeğe uygun davranış içindedirler: "Akıllı hırsız ev sahibini bastırır"
Etrafımızda, kendine bilim adamı diyerek ortalığı kasıp kavuran çok kişi olduğu için, Prof. Dr. İbrahim Ortaş´ın e postasını kendi görüşlerimi de ekleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü, eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, "bilimsel intihal yapan bir öğretim üyesinin öğrencinin karşısına çıkmaması gerektiğini" belirtmektedir.
Prof. Dr. Teziç bu konuda  şu gerçeğe dikkati çekmektedir: "Ona hocalık görevi yaptırılmamalıdır. Artık  o kişinin bir daha üniversitede kürsüye çıkıp öğrencilere ders verir aşamada olmaması ve HOCALIK KİSVESİ İÇİNDE ÜNİVERSİTEDE BULUNMAMMASI GEREKİR."
Üniversitelerimizde başkalarının ürettiklerini çalıp çırpıp, kendilerinden bir tek cümle koymadan, (hatta bir tek nokta ve de virgül) "kes yapıştır" tekniği kullanılarak üretilen kitaplarla sıfat elde edenler bulundukça, Prof. İbrahim Ortaş´ın yazısı çok daha önem kazanmaktadır.
Toplumumuzda sıkça sorulan soruların başında bilim insanı kimdir sorusu gelmektedir.
Her insan, bilim insanı olur mu? Bence olmaz, olamaz.
Bilimsel bir kurumda olmayan ancak veri üreten, ölçen, tartan kişi bilim insanı olabilir mi?  Tersinden bakarsak, bilim kuruluşunda veri üreten, bilen kişi bilim insanı sayılır mı?
Bilim insanı nasıl bir kişiliğe ve yaşam biçimine sahiptir? Toplum bilim insanını nasıl tanımlıyor? Öğrenciler bilim insanlarını, ders aldıkları hocalarını nasıl görüyorlar veya görmek istiyorlar?
Gerçek bilim insanı çalmaz, çaldırmaz. Çalanlar ile de mücadele eder. Bu mücadelesinde ona köstek olmak isteyenler de çıkabilir. Gerçek bilim insanı hırsızlıkları örtmeye çalışanlarla da mücadele eder.
Hırsızlar ile mücadele eden ve onların yaptıklarını açığa çıkarmaya çalışanların önü daima kesilmeye çalışılır. Nasıl yapsam da bu işi örtsem ya da örtülmesine ufakta olsa bir katkıda bulunsam diye çabalayanlar, Türk toplumunda hırsızlarla mücadele edenlerden maalesef daha çoktur.
İşin örtülmesine çalışanlar eğer toplumda yaygınlaşırsa, o ülkede gidiş kötüdür. "Üniversitelerde bilimsel hırsızlığın doğal karşılandığı bir ülkenin elbette tüm yaşam alanları soyulacaktır" özdeyişini hiçbir zaman unutmamak gerekir.
Prof. Dr. Ortaş´ın yazısına geçmeden önce intihal ne demektir, kısaca tanımını yapalım.
İntihal, (aşırma), bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanmasıdır. İntihal bir tür sahtekarlık ve hırsızlıktır. İntihal genelde bilinçli olarak hızla yükselmek amacıyla yapılır.
Ciddi bir akademik suçtur.
Bilgi çalmak ile kuyumcudan altın çalmak arasında hiçbir fark yoktur. İlki çok daha tehlikelidir. Çünkü, bilgi çalıp yükselenler, ileride bu alışkanlıkların genç nesle de aktarabilirler, aktarmasalar bile kötü örnek olurlar.
Başlıca türleri şunlardır: alıntı ifadeler ve fikirler için kaynak göstermemek, ödünç alınan ifadeleri tırnak içinde yazmamak. Başkalarına ait fikirler alıntı yapılırken, yeni cümlelerle ifade edilseler bile kaynak gösterilmesi gerekir.
Araştırmalarda görülmüştür ki;
- İntihal, daha çok ciddi bir öğretim elemanı kadrosu oluşmamış bölümlerde görülmektedir,
- Usta çırak ilişkisi içerisinde yetişmemiş, ciddi bir ustası olmayan öğretim elemanlarında daha sık rastlanmaktadır,
- İntihalciler  Doğan Cüceloğlu´nun sınıflamasına göre "popüler optimist" karaktere sahiptirler,
- Ciddi bir akademisyen 20-25 yayın ile kendisini kabul ettirmişken, intihalciler çok daha fazla yayın yapmalarına rağmen kendilerini meslektaşlarına kabul ettirememişlerdir,
- İntihalciler, şikayet olması durumunda hemen en adi komplo girişiminde bulunmaktadırlar,
- Ciddi bir bilim insanı, dünya görüşü ve inancı ne olursa olsun aydınlık yüzlü, pozitif enerji veren, ilkeleri olan, sevecen, hoşgörülü ve bir beyefendi/hanımefendi davranışı sergilerken, intihalciler daha çok "yavuz hırsız" davranışı içindedirler.
- İntihalci, intihal kitabını Çince yazılmış eserlerden yararlanarak üretmiştir ama mesleki dil sınavına Japonca´dan girmiştir. Bu, tipik intihalci davranışıdır ve intihal yaptığının delilidir. Çünkü, bilmediğin ve sınavını geçemediğin dilden okuyarak nasıl kitap yazdın diye insana sorarlar.
Genç bilim insanları, eğer bilimsel hırsızlık yapmadan sıfat almak istiyorlarsa, mutlaka Prof. Dr. İbrahim Ortaş´ın yazısını, virgül atlamadan okumalıdırlar.
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, bilim adamı niteliği nasıl olmalı diye sormakta ve eklemektedir: Bilim insanın önemli özelliklerinden biri, bağımsız ve özgür kişi olmasıdır. Bilim adamı özgün kişiliği ile her şeyi bir üstüne soran değil, önce aklını ve bilgisini kullanan kişidir.
Kişiliği gelişmiş bilim adamı kendine güvende hisseden, kendi kendini temsil eden kişidir.
Bilim adamı bilim disiplinine bağlıdır ve özgür birey olarak görevini bağımsız yapar. Bilim adamı bilim disiplini dışında hiçbir disipline veya düşünceye  bağlı değildir.
Bilim insanı her türlü zorluğu göze alabilecek kadar cesurdur. Bilim insanı otoriteye karşı düşüncesini söyleme durumunda olduğu için mümkün olduğunca resmi iktidar çerçevesinin dışında kalmayı yeğler.
Bu konuda Giordano Bruno 16. yüzyılda, "Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Karanlık ve aydınlık arasındaki bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım; bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı ve aptal çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım" demektedir.
Bilim insanının temel özelliği düşünce üretmektedir.
Bilim insanı bilim yapan ve bu konuda uğraş veren kişidir. Bilim yapan kişi yaptığı işin doğası gereği normal bir meslekten farklı bir uğraşıyı gerektirmektedir. Bilim insanının yaptığı işin öncelikle felsefesinin iyi anlaşılması gerekmektedir.
İşin iyi anlaşılması için kişinin sahip olduğu bilgi birikimi, kültürel alt yapısı,  çabası yanında sahip olduğu zeka türü de önem taşımaktadır.
Bilim adamı ne iş yapar?
Bilimin amacı evreni, içindeki canlı veya cansız nesneleri anlamak ve tanımlamaktır. Bilimin amacına uygun olarak zihinsel yeterliliğe sahip olması bilimin doğal bir sonucudur.
Kişinin bilime nasıl bir anlam yükleyeceği, kimlerin bilim insanı olacağı veya bilim insanının nasıl belirleneceği temelden bilimsel bilgisi ve bilimsel tutumuna bağlıdır.
Diğer bir deyişle adayın nasıl eğitildiği, kişinin yaşama bakış açısı, öngörüleri ve geleceğe ilişkin tutumu da önemli olmaktadır. Temel soru bilimsel tutumunun nasıl belirleneceğidir.
Temiz bir bilim dünyası için, intihalden arındırılmış eserler üreten bir Türkiye için, Prof. Dr. İbrahim Ortaş´ın yazısını Cuma günü sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.