NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

27 Aralık 2010

Prof. Dr. Kor Yereli - Her Şey Kadro İçin mi? (MEDİMAGAZİN)

Olaydan bahsetmek istiyorum. Belki okudunuz. Haber WASET adlı bir Internet sitesinden bahsediyordu. “Hayli şık, içeriğiyle de göz dolduran bir site WASET: Uluslararası hakemli dergilerle bağlantılar, neredeyse her branşta düzenlenen uluslararası konferanslar... Ancak biraz araştırınca, sitenin makalenizi uluslararası dergilerde yayımlanmış gibi, sizi de katılmadığınız uluslararası konferanslara katılmış gibi gösterdiğini öğreniyorsunuz. Parayı bastıran da bunları CV’sine ekleyip doçent veya profesör oluyor.” Haber bu şekilde devam ediyordu. “Konuya ilk dikkat çeken NTV Bilim Dergisi’nden A. Murat Eren oldu. Kendisi de bir akademisyen olan Eren, sitenin kapsama alanına ilişkin ilginç bilgiler veriyor: “Türkiye’deki yayın sayısı ile o yayınlara yapılan atıf sayıları arasındaki oransızlıklar biliniyor, taşra üniversitelerinde akademisyenlerin ne tür yayınlarla kadro sahibi oldukları da. Bu site yaptığı çalışmaları çoğunlukla başka hiçbir yerde yayınlatamayacak olan akademisyenlerin, para karşılığında yayın sahibi olmalarını sağlıyor. Birkaç yüz Euro’yu bir araya koyan akademisyen bilimsel sürecin çetrefilli yollarına girmeden WASET’te yayınını yapıveriyor. Parayı basan, akademik hayatın merdivenlerini ikişer ikişer tırmanıyor. Yayınlanmış binlerce makale, düzenlenmiş onlarca konferans düşünüldüğünde epey kârlı bir iş olduğu aşikâr. Herkes kazanırken ne yazık ki kaybeden, bilim oluyor.” Bilimin Türkiye’de nasıl ve ne derece gerçekçi yapıldığına ne yazık ki tek örnekte bu değil.
Yine geçtiğimiz günlerde yayımlanan benzeri bir yazıda Yrd. Doç. Dr. Fatih GÜRSUL’un 21 Kasım tarihli Newsweek Türkiye dergisinde yer alan “Akademik Atıf Çeteleri” başlıklı makalesi. Bu makalede belirtildiği üzere Dr. Umut Al’a ait atıf performanslarının incelendiği bir çalışmada; “Essential Science Indicators” verilerine göre Türkiye 2009 yılında taranabilir indekslerde Avrupa Birliği ülkeleri arasında 116.296 yayınla en fazla yayın yapan ülkeler arasında. Ama yayınlara yapılan atıf sayısı dikkate alındığında Avrupa Birliği (AB)’nin 30 ülkesi arasında sadece Romanya’yı geride bırakabilmiş durumda. Dünyada tıp alanında yapılan yayınlara bakarsak durum daha çarpıcı bir boyutta. 2009 yılında tıp alanında taranabilir indekslerde yapılan yayınlarda Türkiye 106 ülke arasında 14. sırada, ancak atıf sıralamasına göre ise 102. sırada, yani sondan beşinci. Yazara göre bu durum yapılan yayınların bilimsel alana katkı sağlamaktan çok makalenin yazarına katkı sağlamasına bağlanabilir. Yine Dr. Al’ın 2008 tarihli “Türkiye’nin Bilimsel Yayın Politikası” isimli çalışması Türk çalışmalarının en çok Türk SSCI ve SCI dergilerinde yayınlandığını da ortaya koymuş ve şu sonuca ulaşmış “uluslararası yayın yaptığı düşünülen birçok akademisyen aslında kendi cemiyetlerinin kendi dergilerinde yayın yapıyor.” Bir bakıma bilimsellik dostlar alışverişte görsün hesabı kendi dünyaları içinde kalıyor. Artık bir gerçek var ki tartışılmaz, akademik yükseltme de nicelikten çok nitelik önem taşımalı. Her şey kadro için düsturu ile bilimsel dünya hiçbir yenilik getirmeyen yayınlardan uzaklaşarak gerçekten bilimsel yayınlara destek ve her şeyden önemlisi akademik yükseltme sağlanmalı. Yoksa sözde bilim dünyasının bu kısır döngüsü kırılamaz ve çok sayıda bilim değil “film adamına” sahip oluruz. Esen kalınız.

19 Aralık 2010

'Para vererek akademik makale yayınlatmadık' (OLAY)

Aykut GÜNGÖR
Matematik bölümü öğretim üyelerinin son yıllarda büyük özveri göstererek akademik ve sosyal alanda birçok başarıya imza attıklarını anlatan Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr İsmail Naci Cangül, öğretim üyelerinin haberde adı geçen siteye hiçbir ödeme yapmadıklarını, doçent ve profesör olmak için bu sitede yayınlanan makalelerinin hiçbir önemi bulunmadığını vurguladı. Öğretim üyeleri ile ilgili yapılan haberin araştırılmadan, eksik ve yanlış bilgilerle yapıldığına değinen Cangül, sorumsuzca yayınlanan bu haber nedeni ile çalışma arkadaşlarının kamuoyu ve öğrencileri karşısında zor durumda kaldığını anlattı.
YASAL HAKLARIMIZ KULLANACAĞIZ...
Dekanlık olarak 5 öğretim üyesi hakkında hiçbir şekilde soruşturma açmayacaklarını ifade eden Cangül, Uludağ Üniversitesi'nin Hukuk Bürosu'nun konu ile ilgili çalışmaya başladığını asılsız haber ile ilgili tüm yasal haklarını kullanacaklarını söyledi. Waset.org isimli sitenin indeks dergisi olmadığını, bilimsel makalelerin ancak indeks dergilerde yayınlandığı zaman akademik çalışmalarda gösterilebildiğini anlatan Cangül, sözü geçen öğretim üyelerinin 2006-2010 yılları arasında SCI ve SCI EXPANDED dergilerinde toplam 24 yayını bulunduğunu söyledi. Hazırlanan bilimsel çalışmaların indeks olarak kabul edilen ve dünyanın en önemli bilimsel yayın yapan dergileri arasında yer alan SCI ve SCI EXPANDED yayınlandığını vurgulayan Cangül, doçent ya da profesör ünvanlarının sadece bilimsel makalelerle alınmadığını söyledi. Akademik ünvanlar için 5 kişilik bir jürinin olduğunu belirten Cangül, para ya da hayali makalelerle doçent ya da profesör olmanın Türkiye'de mümkün olmadığını kaydetti. Doç. Dr Ahmet Tekcan'ın bir yıl içerisinde 14 makale yayınladığı yönündeki haberin tamamen gerçek dışı olduğunu anlatan Cangül, “Haberi yapan kişi daha dikkatli şekilde siteyi inceleseydi 5 öğretim üyesinin son 4 yıl içerisinde toplan 22 makalesinin yayınlandığını görecektir. Üstelik matematik alanında bir yılda 14 makale iddia edildiği gibi imkansız değildir. Waset yayınladığı makaleleri ücretsiz yayınladığını bildirmesine rağmen basında makalelerin para ile yayınlatıldığı iddiaları tamamen iftiradır ve çirkindir. Öğretim üyelerimiz makalelerini yayınlatmak için hiçbir ücret ödememişlerdir” şeklinde konuştu.

13 Aralık 2010

Parayı bastıranı profesör yapıyorlar (Hürriyet)


Sefa KAPLAN

Hayli şık, içeriğiyle de göz dolduran bir site WASET: Uluslararası hakemli dergilerle bağlantılar, neredeyse her branşta düzenlenen uluslararası konferanslar... Ancak biraz araştırınca, sitenin makalenizi uluslararası dergilerde yayımlanmış gibi, sizi de katılmadığınız uluslararası konferanslara katılmış gibi gösterdiğini öğreniyorsunuz. Parayı bastıran da bunları CV’sine ekleyip doçent veya profesör oluyor.
Yapılan şey basit aslında: Diyelim ki, doçentliğinize veya profesörlüğünüze sıra geldi. Kendiliğinden olacak hali yok ya, konferanslara katılmak ve uluslararası hakemli dergilerde makalelerinizin yayınlanması gerekli ki bunları CV’nize ekleyebilesiniz. Gerçi dünyada 25 bine yakın hakemli dergi var ama siz öyle zahmete girecek biri değilsiniz, ‘Şunun bir kolay yolu yok mu abi’ kültüründen de yeterince nasiplenmişsiniz.
http://waset.org adresinden yayın yapan ‘World Academy of Science, Engineering and Technology (WASET)’ işte böyle bir site. Siteye girdiğinizde, ciddi, şık bir sayfayla karşılaşıyorsunuz. Verilen bilgiler, sunulan programlar da yabana atılır gibi değil üstelik. Bu site, belli bir ücret karşılığında CV’nize, ‘uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış makaleler ve uluslararası konferanslar’ eklemenize imkân sağlıyor.

TÜBİTAK’I UĞRAŞTIRAN AİLE
Sitenin arkasında eski Fen Bilgisi öğretmeni Cemal Ardıl var, kendisine kızı Ebrû Ardıl ile oğlu Bora Ardıl yardımcı oluyor. Bu isimler hayli ilginç. 20 yıllık Fen Bilgisi öğretmeni Cemal Ardıl kendisini Dr/PhD olarak tanıttığı için TÜBİTAK Başkanı Prof. Nüket Yetiş, hakkında Etik Kurul’da soruşturma açtırdı. Arkasından TÜBİTAK ismini izinsiz kullandıkları için noterden protesto etti. Hatta sahte konferans, sahte dergi gibi sorunlar çözülene kadar Çanakkale 18 Mart Üniversitesi ve Bilgisayar Muhendisliği Bölümü’ne TUBİTAK desteğini kesti. Ama onlar faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bilin bakalım WASET’te en çok kimin makalesi yayımlanmış? 46 makale ile ilk sırada Cemal Ardıl bulunuyor.
Ancak Ardıl Ailesi’ne ulaşamadık. Muhtemelen neyin peşinde olduğumuzu öğrendikleri için sitenin ‘contact us’ bölümünü hemen kapatıverdiler. Diğer ulaşma çabalarımız da boşa çıktı.
Konuya ilk dikkat çeken NTV Bilim Dergisi’nden A. Murat Eren oldu. Kendisi de bir akademisyen olan Eren, sitenin kapsama alanına ilişkin ilginç bilgiler veriyor: “Türkiye’deki yayın sayısı ile o yayınlara yapılan atıf sayıları arasındaki oransızlıklar biliniyor, taşra üniversitelerinde akademisyenlerin ne tür yayınlarla kadro sahibi oldukları da. Bu site yaptığı çalışmaları çoğunlukla başka hiçbir yerde yayınlatamayacak olan akademisyenlerin, para karşılığında yayın sahibi olmalarını sağlıyor. Birkaç yüz Euro’yu bir araya koyan akademisyen bilimsel sürecin çetrefilli yollarına girmeden WASET’te yayınını yapıveriyor. Parayı basan, akademik hayatın merdivenlerini ikişer ikişer tırmanıyor. Yayınlanmış binlerce makale, düzenlenmiş onlarca konferans düşünüldüğünde epey kârlı bir iş olduğu aşikâr. Herkes kazanırken ne yazık ki kaybeden, bilim oluyor.”
Yine Eren’in yazısından, WASET’e başvuranların büyük çoğunluğunun Bulgaristan, Hindistan, Pakistan, Fas, Mısır, İran, Gürcistan, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Sri Lanka, Malezya, Endonezya gibi ülkelerden olduğunu da öğreniyoruz. Türkiye üniversitelerinde görev yapan kimi akademisyenler de WASET’in müdavimleri arasında. Bu ülkelerin temel özelliği ise bilim, bilimsel düşünce ve bilim dünyasına katkı konusunda biraz müşkülpesent olmaları! “Söz gelişi” diyor A. Murat Eren, “WASET’in matematik alanındaki sözde dergilerinde bir yılda tam 14 makale yayınlamış olan bir akademisyen hâlâ Uludağ Üniversitesi’nde görev yapıyor.”
Eren’in sözünü ettiği Uludağ Üniversitesi’nde görev yapan akademisyen Prof. Ahmet Tekcan’ı bulduk. Kendisi bize WASET’in bu işlere bulaşmış bir site olduğunu öğrenir öğrenmez ilişkisini kestiğini söyledi: “WASET grubu dergilerinde 2007’den itibaren 14 makalem bulunmaktadır ve bunların büyük bir kısmı da bölümümüzdeki arkadaşlarımızla yaptığımız ortak çalışmalar. WASET ile ilgili haberleri duyduktan sonra da buraya makale gönderme işine son verdim. Sonuçta hiç kimse yaptığı bilimsel çalışmalara leke gelmesini istemez. Benim gördüğüm kadarıyla bu grupta yayını olan kişilerin büyük bir kısmı çıkan haberlerin farkında değil.”
Bir yılda, matematik gibi bir branşta 14 makale yayımlamanın biraz zor olup olmadığını sorduğumuzdaysa sağlam bir altyapıyla bunun mümkün olduğunu ifade etti. Ne var ki, dünyanın en ünlü matematikçileri arasında bile bir yılda 14 makale yayımlayan birine rastlayamadık...

ENFORMATİKA SAFHASI
WASET nispeten yeni bir site. Ondan önce yerinde Enformatika isimli bir başka site yer alıyordu. Ancak, Matematik Dünyası’nda ‘Konik yazar: Piref H. Ökkeş’ müstearıyla yazan İTÜ öğretim üyesi Prof. Tayfun Akgül, ‘Sahte konferansa sahte bildiri yolladım’ başlığıyla bir yazı yazdı. Piref Ökkeş, kendi branşında İstanbul’da uluslararası bir konferans toplanacağını, üstelik konferansa dünyanın önde gelen bütün bilim insanlarının katılacağını duymuştu. Listedeki anlı şanlı isimlerden birine e-mail gönderince o kişinin konferanstan haberdar bile olmadığını öğrendi. Böylece konferansın tamamen düzmece olduğu çıktı ortaya.
Ancak Piref Ökkeş bununla yetinmedi. Bir süre sonra tamamen uydurma bir başlık ve içerikle bir makale yazıp gönderdi siteye. Makale kabul edilip de sahte olduğu açıklanınca site deşifre oldu ve apar topar kapandı. Aslında sadece logosunu değiştirdi. Yeni logo ise kolayca tahmin edilebileceği gibi WASET. “Bu haberden sonra” diyor A. Murat Eren, “Muhtemelen WASET logosu da değişecektir.”
Bu araştırmayı yaparken YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ı da defalarca arayıp sekreteri aracılığıyla sorularımızı göndermemize rağmen kendisinden hiçbir cevap alamadık.

TÜBA her şeyin jandarmalığını yapamaz
TÜBA BAŞKANI PROF. YÜCEL KANPOLAT
WASET isimli internet sitesinden haberdar değildim. Sizin uyarınızdan sonra araştırdım. Ama itiraf etmek zorundayım ki, ben bu şeyin jandarmalığını yapmaya niyetli değilim. TÜBA’nın (Türkiye Bilimler Akademisi) yapması da söz konusu değil. Bu yollara başvuran insanların bence bilimden yana bir iddiaları olmamalı. Toplum da bu insanları kınamıyor. “Yayın patlamasından bu işin ilgisi var mı” konusuna da bakacak kadar vaktim yok, bağışlayın.

WASET’TE EN ÇOK MAKALESİ YAYINLAYAN 10 KİŞİ
Cemal Ardıl (46)
Ahmet Tekcan (14)
Melih Turgut (14)
Atilla Akpınar (12)
Basri Çelik (12)
Osman Bizim (10)
Serkan Narlı (8)
Betül Gezer (8)
Ali Eryılmaz (7)
Emin Özyılmaz (6)

26 Kasım 2010

Yüksek Öğretim Kurumlarında Kopya Olayları ve Disiplin Cezası Uygulamaları (Cumhuriyet BT )

Prof. Dr. Levent Sevgi,  
Doğuş Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü
Bugünlerde üniversiteleri ve yargıyı oyalayan ciddi bir sorun kopya olayları ve farklı ceza uygulamalarıdır. Aynı eyleme verilen farklı cezalar ve yetki aşımları doğal olarak öğrencileri yargıya yöneltmektedir. Yargı kararlarının farklı yorumlanması ise sorunu kördüğüm haline getirmektedir. Bu yazının amacı ne YÖK’ü ne de Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nin içeriğini; ne kopya çekmenin ahlaki boyutunu ne de cezaların yeterli/ yetersiz oluşunu tartışmaktır. Amaç sadece var olan yönetmelik kapsamında yaşanmakta olan kargaşayı gidermektir.
YÖK DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ
YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği yükseköğretim kurumları içinde ve dışında uyulması gerekli hususları ve uymayan öğrencilere verilecek disiplin cezalarını düzenler. Bu yönetmeliğin 9. Maddesinin (m) bendi “kopya yapan veya yaptıran veya bunlara kalkışan” öğrencilere verilecek cezayı “yüksek öğretim kurumundan bir yarıyıldan iki yarıyıla kadar okuldan uzaklaştırma” olarak belirtilmiştir.
Yönetmeliğin 8. Maddesi “1 haftadan 1 aya kadar cezaları” (yani, bir alt derece ceza hükmünü), 10. Madde ise “okuldan çıkarmayı” (yani, bir üst derece ceza hükmünü) düzenlemekte. Örneğin, yükseköğretim kurumu içinde bildiri dağıtmak, afiş açmak (8f) “1 haftadan 1 aya kadar okuldan uzaklaştırma” cezası gerektirirken kanundışı kuruluşlara üye olmak (10e) veya uyuşturucu madde kullanmak (10f) “okuldan çıkarma” cezası kapsamındadır.
Yönetmeliğinin 30. Maddesi ise ceza verirken göz önüne alınacak hususları belirtir:
Disiplin cezalarını vermeye yetkili disiplin kurulları; bu cezalardan birini tayin ve takdir ederken, disiplin suçunu oluşturan fiil ve hareketlerin ağırlığını, sanık öğrencinin daha önce bir disiplin cezası alıp almadığını, davranış, tavır ve hareketlerini, işlediği fiil ve yaptığı hareket dolayısıyla nedamet duyup duymadığını dikkate alırlar.
Başka yükseköğretim kurumu öğrencileri ile birlikte, kendi yükseköğretim kurumunda disiplin suçu işlenmesi halinde (bunu bir ağırlatıcı neden sayarak) bir üst derece disiplin cezası verilir. Toplu olarak işlenen disiplin suçlarında, suçluların münferiden tespit edilemediği hallerde, topluluğu oluşturan öğrencilerin her birine yetkili amir veya kurullarca uygun görülecek cezalar verilir. Madde 30(a) bendinde ceza verirken sayılan hususların göz önüne alınması gerektiği belirtilirken, 30(b) bendinde bir üst dereceden ceza verileceği açıkça belirtilmiştir. Bunun anlamı açıktır: Madde 30(a) cezanın alt ve üst sınırlarıyla ilgilidir, Madde 30(b) ise bir üst ceza ile ilgilidir.
YARGI KARARLARI
Bu konuda atıfta bulunulan en önemli karar Danıştay 8. Dairenin “5.3.1998, E. 1996/1016, K. 1998/810, DD, sayı. 97, s. 537” nolu kararıdır. Bir öğrencinin kopya nedeniyle bir yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezası alması ve konuyu İdare Mahkemesine taşımasıyla başlamıştır. Mahkemenin cezayı onamasına karşın Danıştay 8. Daire’de görüşülen öğrencinin itirazıyla ceza bozulmuş ve “1 ay okuldan uzaklaştırma” cezası verilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır. Oysa bu açıkça YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği ile çelişmektedir.
Danıştayın kararına göre “Madde 30(a) öğrencinin olumlu halinin ve geçmişte hiç ceza almamış olmasının, ceza tayininde dikkate alınarak eylemin karşılığı olan cezanın bir alt cezası olan ceza ile cezalandırılmasını öngörmektedir. Disiplin cezası verilirken öğrencinin daha önce hiç ceza almamış olması hali de dikkate alındığı halde bir alt ceza uygulamasına gidilmeyerek cezanın alt sınırı verilmiştir. Oysa disiplin hukukunda bir alt ceza uygulamasının anlamı, eylemin karşılığı olan cezanın alt sınırı değil bir alt ceza türüdür.”
Danıştay kararında bir alt ceza uygulamasının anlamına vurgu yapmaktadır. Danıştay Savcısına göre ise uyuşmazlığa konu disiplin cezasında davacının daha önce disiplin cezası almamış olduğu belirtilerek cezanın alt seviyeden uygulandığı belirtilmektedir. Oysa disiplin hukukunda bir alt ceza uygulamasının anlamı, eylemin karşılığı olan cezanın alt sınırı değil bir alt ceza türüdür.
Görüldüğü üzere, Danıştay 8. Dairenin kararı “cezanın alt sınırı” ve “bir alt derece ceza” terimlerinin hatalı kullanımıyla ilgilidir: “bir alt ceza veriyorum diyerek ilgili cezanın alt sınırının verilemeyeceğini” söylemektedir. Disiplin kurullarının “öğrencinin pişmanlığı göz önüne alınarak bir yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezası verilmiştir” şeklindeki bir kararına Danıştay 8. Dairenin karşı çıkması söz konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü Yönetmelikte Madde 30(a) dikkate alınacak hususları belirlerken, Madde 30(b) açıkça bir üst derece ceza verilecek durumları belirlemiştir. Maddenin (a) bendi bir alt ceza uygulanacak hususlarla ilgili değildir; Disiplin Yönetmeliğinin böyle bir amacı olsaydı, (b) bendinde nasıl bir üst dereceden söz ediyorsa (a) bendinde de “dikkate alırlar” yerine “bir alt dereceden ceza verilir” ifadesi yer alırdı.
Nitekim, Disiplin Kurulu olarak karara bağladığımız kopya soruşturmalarından birinde “kopya olayına karışan ***** isimli öğrencinin daha önce disiplin cezası almamış olması nedeniyle Disiplin Kurulumuz 1 Yarıyıl okuldan uzaklaştırma cezasının verilmesine karar vermiştir.” diyerek verdiğimiz ceza hem İstanbul 7. İdare Mahkemesince hem de itiraz üzerine gidilen İstanbul Bölge İdare Mahkemesince oybirliği ile onaylanmıştır.
Sonuç Yükseköğretim kurumlarında kopya olayları çığ gibi artmaktadır. Kopyanın cezasının alt sınırı 1, üst sınırı 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırmadır. Disiplin kurulları bu aralıkta ceza vermekle yetkili ve yükümlüdür. Bu yönetmelik olduğu sürece kopya cezası olarak, her ne olursa olsun, bir alt derece ceza (yani, 1 haftadan 1 aya kadar okuldan uzaklaştırma) verilmesi söz konusu olamaz. Olursa kopya çekmenin cezası “1 yarıyıl veya 2 yarıyıl okuldan uzaklaştırmadır” hükmünün hiçbir anlamı kalmaz. Üstelik alt ceza uygulanırsa “neden 1 hafta değil de 1 ay?” sorusu sorulurk ki sonuçta bu “kopya çeken öğrenciye 1 hafta ceza verilir” uygulamasına dönüşür.

14 Kasım 2010

Prof. Dr. Eser Karakaş - Kopya çekmek para çalmak (Star Gazete)

Mehmet Altan Pazar günkü yazısında öğretmenlerin kopya çekmesindeki tuhaflığa vurgu yaptı.
Kopya çekme meselesini biraz deşerseniz altından ilginç anlayışlar da çıkabiliyor.
Kızım üniversiteyi bir ABD üniversitesinde okudu; bendeniz de okulun açılış gününe katıldım.
Geçmiş gün, yanılıyor olabilirim, galiba üniversitenin akademik işlerden sorumlu rektör yardımcısı (provost) idi, yeni öğrencilere çok güzel, çok ilginç bir konuşma yapmış idi.
Rektör yardımcısının üzerinde özellikle durduğu konu kopya konusu oldu; yeni öğrencilerin artık ailenin bir parçası olduklarını, her türlü zorlukta yanlarında olacaklarını, ama kopya çekmeyi ve plajiarizmi (intihal) asla affetmediklerini ve daha ilk kanıtlanan girişimde üniversite ile ilişkilerinin kesileceğini açıkça duyurdu.
ABD’de idare mahkemeleri, Danıştay da yok, mahkemelerin de “kopya çektim, beni okuldan attılar” diyen öğrenci ile ilgilenmedikleri biliniyor.
Türkiye’de ise bendeniz, artık, tecrübeli, kıdemli bir öğretim üyesi olarak kopya çektiği için okuldan atılan bir öğrenci pek hatırlamıyorum; bizde duvarlara siyasal slogan yazmak kopya çekmekten çok daha ağır bir suç olarak yorumlanıyor.
Kopya çeken öğrenci genellikle sınıfta bırakılır; zaten kopya çekmese sınıfta kalacak öğrenci için bu bir ceza mıdır?
Öğrenci kopya çekerek risk alır, başarırsa sınıfını geçer, başaramazsa cezası yoktur.
Her sene öğrenci gruplarımla bir fırsatını bulup bu kopya çekme meselesini tartışırım ve onlara bazı sorular sorarım ve hep aynı yanıtları alırım.
Sorduğum temel soru şudur: “Sınavlarda kopya çektiğini gördüğünüz bir arkadaşınızı, hoca farketmemiş ise, ihbar eder misiniz?”
Öğrencilerimin genelleşmiş ve biraz da kızgın cevabı ise hep “asla” olur, ihbarcının (muhbirin) arkadaşlık ortamından afaroz edileceğini söylerler.
Hemen arkasından aynı gruba şu soruyu yöneltirim: “Ders arasında bir arkadaşınızın çantasından parasını çalan başka bir arkadaşınızı, yine gözlerinizle şahit olursanız, ihbar eder misiniz?”
Bu soruya ise çok büyük bir çoğunlukla “evet ihbar ederiz” cevabı gelir.
Bir öğrencinin çantasından para çalmak, ismi üzerinde, para hırsızlığıdır.
İmtihanda kopya çekmek ise, özellikle çan eğrisi uygulamasının yaygınlaşmasından sonra, çok açıkça “emek hırsızlığıdır”.
Öğrenci gruplarımın senelerdir ürettiği ve değişmeyen cevap kalıbı ülkemiz zihniyet dünyasında para hırsızlığının emek hırsızlığından daha önemli olarak değerlendirildiği acı gerçeğidir.
Bu cevap kalıbının mantıksal sonucu paranın insan emeğinden, üstelik öğrenci yaşamında, daha değerli görüldüğüdür.
Senelerdir, bir kulbunu bulup tekrarladığım bu egzersizde, şimdiye dek, “kopya çeken arkadaşımı ihbar ederim” diyen bir öğrencime rastlamadım, mahalle baskısı var mıdır, bilemem.
Oysa, sanılanın tam aksine, kopyacıyı, kopyayı ihbar etmek en temel ahlak kuralı olarak anlaşılmalıdır.
Zira, başka bir arkadaşın, kendisinin bazen sabahlara kadar süren çalışmasını, emeğini korumaktır.
Bu yazımı “Hoca ihbarcılığı savunuyor” diye yorumlayanlar çıkabilir.
Hiç derdim değil.
Öğrenciye ilk öğretmemiz gereken şey çalışmanın önemi ve çalışmanın mutlaka getirisinin olacağıdır.
Kopyacının korunarak kopyanın değil.
Senelerdir aldığım cevapları yukarıda aktardım; Mehmet KPSS’de öğretmenlerin kopya çekmesine boşuna şaşırıyor bence.

Yrd. Doç. Dr. Fatih Gürsul - Akademik atıf çeteleri: Türkiye'deki bilimsel dergiler, duvar gazetesi olmasın (Newsweek Türkiye)

ODTÜ Enformatik Enstitüsü' nce 2010'da hazırlanan, tıp fakülteleri hariç "Türkiye'nin en iyi üniversiteleri" sıralaması hayli ilginç; çünkü çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Listede Çankaya Üniversitesi 11., Atılım Üniversitesi 13., Niğde Üniversitesi 15., Bartın Üniversitesi 22., Batman Üniversitesi 24. sırada yer alıyor. Buna karşın, özellikle hukuk alanında ülkemizin en iyileri arasında gösterilen Galatasaray Üniversitesi'nin 25. olması araştırma ile ilgili insanı işkillendirmeye başlıyor. Esas alınan parametrelerde 2000-2008 arası toplam yayın ve bu yayınlara yapılan atıf sayısı var. Sayalım da, acaba bu kriterler nitelik açısından nerede duruyor?
Sıralamanın başındaki üniversitelerde akademik kariyer için "Science Citation Index (SCI)", "Social Sciences Citation Index (SSCI)" gibi dizinlerce taranan dergilerde belirli sayıda makale yayınlamak zorunlu. Söz konusu listeler, dünyanın önde gelen bilim dergilerinin dâhil edildiği uluslararası veri tabanlarına sahip. Ama akademik çıtayı yükseltmesi düşünülen bu karar kimi durumlarda çabuk yükselmek için hızlı ve niteliksiz yayınların doğmasına da sebep olabiliyor. Ya da yeterli yayınınız olmadığı takdirde daha düşük kadrolarda çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Örneğin bazı üniversitelerde doçent unvanı olduğu halde kimi öğretim üyeleri araştırma görevlisi kadrosunda çalışıyor. Zira bu kişilere "Üniversitelerarası Kurul" tarafından doçentlik verilmesi, çalıştıkları üniversitede doçent olarak görev yapmalarına yetmiyor. Peki, üniversite yönetimlerinin bu politikasının üniversiteye, ülkemize ya da bilime katkısı ne? Dr. Umut Al'ın Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye'nin yayın ve atıf performanslarını incelediği, 2009 tarihli çalışmasına bakılırsa sonuçlar çok acı verici.

"Essential Science Indicators (ESI)" verilerine göre Türkiye 116.296 yayın ile en fazla sayıda yayın yapan ülkeler arasında. Ama yayınlara yapılan atıf sayısı dikkate alındığında AB üyesi 30 ülke arasında sadece Romanya'yı geride bırakabilmiş. Dr. Al'ın başka bir araştırmasındaki örnek ise daha da çarpıcı. Türkiye'nin en fazla yayın yaptığı alan klinik tıp. Bu alanda yayın yapan 106 ülkeyi kapsayan listede Türkiye 25.366 yayın ile yayın sayısına göre yapılan sıralamada 14. Ama yayınlara yapılan atıf sayısına göre 102. sırada. Yani Türkiye'deki yayınlar, bilimsel alana katkı sağlamaktan çok makalenin yazarına katkı sağlıyor.
Ülkede fazla olmasa da SCI, SSCI veya A&HCI (Arts and Humanities Citation Index) tarafından taranan bazı dergiler mevcut. ODTÜ'nün araştırmasında ilk sıraları paylaşan iki üniversitenin eğitim alanında yayın yapan dergilerinden biri SSCI, diğeri EBSCO'nun dizininde yer alıyor. Son 10 yıldır bu dergilerde yayınlanan makalelerin yazarlarını incelediğinizde, yazarlar arasında çıkar ilişkisi olup olmadığını, kimlerin isimlerinin sık sık tekrarlandığını, kimlere hatır atfı yapıldığını görebiliyorsunuz. Dr.Al'ın 2008 tarihli "Türkiye'nin Bilimsel Yayın Politikası" isimli doktora çalışmasına göre SSCI ve SCI dizinlerinde, Türk yazarların makalelerinin en çok yine Türk dergilerinde yayınlandığını fark etmek düşündürücü. Demek ki ülkede uluslararası yayınlara makale kabul ettirebilen bilim insanı sayısı çok fazla değil. Örneğin, Dr. Al, SCI atıf dizinlerinde en çok yayın yapılan dergiler sıralamasında ilk 20'de yer alan Journal of Dental Research adlı dergide sadece dört makalenin Türk yazarlara ait olduğunu saptıyor. Anlaşılan, uluslararası yayın yaptığı düşünülen birçok akademisyen aslında kendi dergilerinde, kendi ülkelerinde, kendi dünyalarında yayınlarını yayınlıyor. İşte akademik çeteleşmeye zemin tam da burada başlıyor. Bazı gruplar söz konusu akademik gücü kullanarak istedikleri akademisyene vize verip doçent ve profesör yapabiliyor ya da istemedikleri için bekletme kozunu kullanıyorlar.
Ayrıca biliyoruz ki akademik çeteler arasında büyük kavgalar da söz konusu. Yani makale yayınlatmak için bu dergilere müracaat ettiğinizde dergi yönetimi akademik çevrenizle iyi ilişkilere sahip değilse ya da çıkar çatışması varsa yayınlanmasını yıllarca bekleyebilirsiniz. Makaleyi gönderdikten 2 yıl sonra "çalışmanız dergi standartlarımıza uygun olmadığından kabul edilmemiştir" şeklinde bir yazı alabilirsiniz. Amaç dâhil olduğunuz akademik grubu yıpratmak ve engellemek olabilir.
Akademik yükselme kriterlerinden birinin de atıf olmasının kaliteyi yükselteceği açık. Fakat nicelikten çok akademik niteliğe ağırlık verilmeli. Başka bir deyişle, Türkiye'de yayın yapan uluslararası dergileri, belirli akademisyenlerin sadece kendi makalelerini yazdığı duvar gazetesi olmaktan çıkarıp artık gerçek bilimsel yayınlara dönüştürmenin zamanı geldi.
(Yrd. Doç. Dr. Gürsul, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi.)

4 Ekim 2010

İnternette İntihal Çok Yaygın (SABAH)

Rhode Island College'daki birinci sınıf öğrencisi, bir internet sitesinin evsizlerle ilgili Sıkça Sorulan Sorular kısmından alıntı yaptı ve sayfada yazar belirtilmediği için kaynak göstermeye gerek duymadı. Chicago'daki DePaul Üniversitesi'nde bir öğrencinin intihal yaptığını ortaya çıkaran şey, internetten aldığı birkaç paragrafın mor renkte olmasıydı. Profesörünün gönderdiği yazı eğitmeniyle yüz yüze geldiğinde, kendini savunma ihtiyacı hissetmedi. Sadece mor metni siyaha nasıl çevirebileceğini öğrenmek istedi. Profesörler başkalarının yazılarına referans verme ve alıntılar için biçim kılavuzlarına uymaları için öğrencileri tembihleyerek intihalle baş etmeye çalışırdı. Ancak intihallerle karşılaşan yazı eğitmenleri ve disiplinden sorumlu görevlilere göre, artık öğrenciler başkalarına ait olan cümleleri alıp kullanmanın ciddi bir akademik suç olduğunu anlamıyor. Dijital teknolojilerin intihali kolaylaştırdığı kesin. Ama bu hiçbir şey. İnternet, dosya paylaşma, Wikipedia ve Web sitesi linkleriyle büyüyen öğrencilerin herhangi bir metin ya da resimle ilgili eser sahipliği kavramını algılama biçimini de değiştiriyor. Güney Carolina'daki Clemson Üniversitesi'ndeki Akademik Dürüstlük Merkezi'nin Başkanı Terese Fisherman, "Bir yazarı yokmuşçasına, uzay boşluğunda asılı gibi duran bilgilerle büyüyen koca bir nesil var" diyor. Akademik Dürüst lük Merkezi'nin kurucularından olan Rutgers Üniversitesi'nden İşletme Profesörü Donald L. McCabe, 2006-2010 arasında yapılan anketlerde 14 bin öğrenciden yüzde 40'ı yazılı ödevlerde kopya çektiğini itiraf etti. Belki de en önemlisi, kısa süre önce yapılan bir ankette internetten bilgi aşırmanın "ciddi bir suç" olduğunu düşünenlerin sayısının azalarak yüzde 29'a düşmesi. 2000'li yılların başında bu oran yüzde 34'tü. Rutgers'in New Jersey, Camden'daki kampüsünde okuyan 31 yaşındaki son sınıf öğrencisi Sarah Brookover, "Bu nesil hep medyanın ve fikri mülkiyet haklarının eski ağırlığına sahip olmadığı bir dünyada yaşadı. Karşısına geçtiğiniz bilgisayarla büyük ihtimalle yasadışı bir şekilde müzik indirdiniz ve bedava videolar izlediniz" diyor. Rapor edilen intihal oranlarının yüksekliğinden rahatsız olan Indiana'daki Notre Dame Üniversitesi'nden Antropolog Susan D. Blum, öğrencilerin eser sahipliği kavramını ve yazılı kaynakları nasıl gördüğünü anlamaya karar vermiş. Geçen yıl "İntihal ve Üniversite Kültürü" isimli kitabı yazan Blum, "Bugün öğrenciler metinleri ve onları yazanları ve alıntılayanları anlama sürecinde bir dönüm noktasında" diyor. Öğrencilerin kendilerine özgü bir kişilik geliştirmektense, birçok farklı kişiliği tecrübe etmek istediğini söylüyor. Bu da internet tabanlı sosyal ağlarla mümkün. Blum, öğrenci davranışlarıyla ilgili, "Eğer kendinizi tamamıyla özgün olarak yansıtmak gibi bir endişeniz yoksa, başkalarının kelimelerini kullanabiliyor, inanmadığınız şeyleri söyleyebiliyor, görevi yerine getirdiği için hiç de umursamayacağınız makaleler yazabiliyorsunuz ki bununla da bir şey teslim edip not alıyorsunuz" diyor. Indiana Üniversitesi'nden son sınıf öğrencisi Sarah Wilensky'e göre intihalin popüler akademik teorilerle bir bağı yok. Wilensky'e göre en büyük neden, öğrencilerin akademik yazımın gerektirdiği entelektüel birikime sahip olmadan liseden mezun olmaları. İntihal konusunda bir geri adım atmanın yaratıcılığı değil, tembelliği besleyeceğini söylüyor. "Bir proje için oradan buradan aldığınız şeyleri birleştiriyorsanız, herhangi bir fikir üretmiyorsunuz demektir" diyor. California Üniversitesi'nde disiplin kuruluna bildirilen 196 intihal vakasının büyük bir çoğunluğu kaynak gösterme ihtiyacından haberdar olmayan öğrencileri içermiyordu. 32 bin kişilik kampüste disiplin ofisinin başındaki Donald J. Dudley'e göre intihalden dolayı ona gönderilen öğrenciler yaptıklarının yanlış olduğunu biliyor ancak kendi yazılarını yazmak için bir çaba göstermek istemiyordu. "Yazmak zor bir şey. Bunu iyi yapmaksa zaman ve pratik gerektiriyor" diyor.

23 Eylül 2010

Zülfü Livaneli - Aaaaa! Türkiye üç kutuplu olmuş! Hayret! (VATAN)

Ciddi ülkelerde “plagiarism“ yani intihal son derece önemli bir suçtur. Bir başkasının fikrini, kendi fikriymiş gibi sunan profesörler üniversiteden atılır, gözden düşerler.
Çünkü bu, ağır olduğu kadar yüz kızartıcı bir suçtur.
Ama cennet vatanımızda, her konuda olduğu gibi fikir alanındaki hırsızlıklar da hoşgörüyle karşılanır.
Saygıyla anılan rektörler, yazarlar, gazeteciler başkalarından aşırma yaparlar ve bu iddialar mahkeme kararıyla kanıtlansa bile, hiçbir şey olmamış gibi el etek öptürerek gezinirler.
Bu memlekette çıkıp “Cogito ergo sum!“ “Düşünüyorum o halde varım!“ bile diyebilir ve bu cümlenin size ait olduğunu iddia edebilirsiniz. Zavallı Descartes ölü olduğuna ve hep öyle kalacağına göre kimse sesini çıkarmaz.>>>

19 Eylül 2010

Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları

NTV BİLİM, EKİM 2010_______________________________________

Murat Eren
Kapsamın genişliğine ve yöntem zenginliğine rağmen “bilimsel hırsızlık” dendiğinde herkesin aklında bir şeyler canlanıyor. Bilimde hırsızlığın nasıl gerçekleştirilebileceğine dair bolca örnek sunan Türk akademisyenlerinin, bu konuda toplumsal bir bilinç oluşmasındaki payları göz ardı edilemez. Bilimsel hırsızlığın önü Fikir ve Sanat Eserleri Kanunuyla kesilmiş durumda. Buna rağmen bu eylemin değerlendirilmesi ve neticelendirilmesinde aksaklıklar yaşandığını biliyoruz. Bilimsel hırsızlıkları su yüzüne çıkmış insanların siyasetçi, rektör, enstitü müdürü olduğu bir ülkenin yürütme konusunda sıkıntı yaşamaması gayet doğal olmalı. Bununla beraber sayıca az da olsa, bilimsel hırsızlığın peşini bırakmayan akademisyenlerimizin gerek anonim gerekse malum kimlikleri ile ortaya koydukları çaba genç bilim insanlarına ve bilimsel ahlak aktivistlerine cesaret veriyor.
Bu yazı ile, kemikleşmiş denebilecek seviyedeki hırsızlık vakalarına ara verip, bilimsel ahlaksızlığın “bilimsel hırsızlık” kadar medyatik olmasa da, uzun vadede en az onun kadar tehlikeli olabilecek bir başka boyutuna değinmeyi, dikkatleri biraz da o tarafa çekmeyi deniyorum. Sizlere Türkiye’den de birçok akademisyenin faydalandığı, tam olarak hırsızlık ya da uydurma olmayan yayınlarla gerçekleştirilen bir akademik ahlâksızlık metodunu tanıtmaya gayret edeceğim. En basit hali ile bu metod, vasıfsız akademisyenlerin çeşitli şebekeler yardımı ile başka hiçbir yerde yayınlayamayacakları makalelerini ‘yayınlanmış’ gibi göstererek akademik puan topluyorlar, bilim yerinde sayarken kendileri mesleklerinde ilerliyorlar.
Mevzuyu isteyen herkesin anlayabilmesini istediğim için biraz baştan alıyorum, yazı boyunca dilediğiniz zaman ‘***’ işaretleri ile birbirinden ayrılmış kısımlardan bir sonrakine atlayabilirsiniz.
***
Bilimsel bilginin literatüre katılması, “bilimsel yayınlar” aracılığı ile oluyor. Bu yayınlar, makale, mektup, rapor, derleme, kitap gibi değişik formlarda olabiliyor.
Bilimsel bir yayının önemli özelliklerinden üçü “yayının bilimsel geçerliliği”, “yayının özgünlüğü” ve “yayının önemi”. Zira eğer bilimsel yayın ile amaç “bilime katkı” ise, bu ancak yayının bilimsel olarak geçerli (bir anlamda “kuralına uygun şekilde üretilmiş”) ve özgün (bir anlamda “yeni”) olduğu durumda gerçekleşebilir. Öte yandan bilimsel katkının bu iki gerekliği sağlayacak şekilde gerçekleşmesi doğru bir başlangıç olsa da bunlar yayının bilime katısı ile ilgili fikir vermek için yeterli değiller. Bilimsel yayınların önemi konusuna az sonra döneceğim.
Bir yayının bilimsel geçersizliğini tespit etmek, özgünlüğüne ve önemine karar vermekten daha kolay. Buna rağmen yıllarca ciddiye alınmış bilimsel yayınlar içerisindeki verilerin bile uydurma olduğu ya da bilimsel olarak geçersiz yöntemlerle elde edildiği ortaya çıkabiliyor. Bu tip skandallardan en büyüklerinden birisi geçtiğimiz yıllarda kök hücre araştırmaları alanında yaşandı; klonlanan insan embriyolarından kök hücre elde ettiğini ortaya atan ve bununla ilgili 11 yayın yapan bir profesörün deney sonuçlarının uydurma olduğu ortaya çıktı. Hwang Woo Suk, Türkiye’deki meslektaşlarının sahip olduğu lükse sahip olmadığı için bu olayın ortaya çıkması ile beraber istifa etti.
Bilimsel yayınların geçersizliğinin makul bir süre içerisinde tespiti çoğu durumda bir noktaya kadar mümkün olsa da bir bilimsel yayının ne özgünlüğü, ne de önemi aynı kolaylıkla ölçülebilen özellikler. Yine de -her birisinin etkinliği tartışılır olsa da- bu özelliklere değer biçmek için beynelmilel kabul görmüş bir takım metotlar mevcut. Bununla beraber bir yayının önemine değer biçilmesi, bilimsel yayının özgünlüğünün belirlenmesine kıyasla daha muğlak bir konu. Örneğin Türkiye’de yaşanan akademik hırsızlık vakaları bile “özgünlük” denince akla gelen niteliklerden bir ya da birkaçının bir bilimsel yayın içerisinde ihlal edilmesi durumunun er ya da geç tespit edilebildiğine dair örnek teşkil ediyor. Fakat kimsenin çıkıp bir profesörün bilimsel yayını için “hem geçerli hem de özgün olmasına rağmen meğerse bilimsel hiçbir önemi yokmuş!” dediğine şahit olmuyoruz.
***
Peki bilimsel yayınların önemi ile ilgili nasıl fikir ediniyoruz?
Bu noktada imdada bilimsel dergiler (jurnaller) yetişiyor.
Bir bilimsel yayını diğer bilim insanlarına ulaştırmanın günümüzdeki en geçerli ve etkin yolu onu bir bilimsel dergide yayımlamak. Bir dergiyi “bilimsel dergi” yapan şey, derginin kendisine ulaşan yayınları yayının hitap ettiği alanda uzmanlarla değerlendirmesi. Bu değerlendirme sonucunda yayının bilimsel geçerliliği ve -bir noktaya kadar- özgünlüğü anlaşılabiliyor. Bu uzmanlara hakem deniyor ve yayının dergide yer alıp almayacağı kararı, çoğunlukla kimliği yayın sahibinden -ve diğer hakemlerden- gizlenen bu kişilerce veriliyor. Hakemler genellikle alanın önde gelen isimleri arasından seçiliyor. Bu süreç, derginin okurlarına ulaştırdığı bir bilimsel yayının belirli bir kalite standardının üzerinde olmasını garanti eden ve çok önemli olan bir süreç. Çünkü geniş bir çerçevede, bilimin kendi kendini tetkik ve tenkit ettiği, yanlış ve vasıfsız bilimi modern bilimin dışında tuttuğu yegâne yol ayrımı bu süreçle mümkün.
Elbette bilimsel dergilerin standartları arasında farklar var. Örneğin Science, Nature gibi geniş bir yelpazede üstün nitelikli bilimsel çalışmalara kucak açan dergilerde yayınlanan çalışmalar tüm dünyada yankı uyandırmakla kalmıyor, yayın sahibinin bilim dünyasındaki yeri ile ilgili bir intiba da veriyor. Benzer şekilde fizik, moleküler biyoloji, nanoteknoloji gibi bilimsel çalışma alanlarına özgü yayın yapan ve o alanın göz bebeği olan, alandaki bilim insanlarının hedefinde yer alan dergiler de var.
“Bir yayının önemine değer biçme” problemine dönersek, yayınların değeri ile yayının yer aldığı derginin revaçtalığı arasında bir korelasyon olduğundan bahsedilebilir. Elbette bilimsel bir yayının “gerçek değeri” zaman içerisinde ortaya çıkan bir şey. Çok vasıfsız bir dergide yayınlanan bilimsel bir yayının birkaç sene sonra çığır açıcı bir düşünceye öncülük edebilmesinin yanında, Grigori Perelman’ın Poincaré Konjektürü ispatı ile tüm dünyaya hatırlattığı gibi Internet’teki beyhude bir sayfa da bilimsel anlamda çığır açmak için yeterli olabiliyor. Dolayısıyla, teorik olarak kimsenin bu dergilere ihtiyacı yok. Fakat yine de bir bilimsel yayını yayınlamaya değer gören bilimsel derginin değeri ile, bilimsel yayının değeri arasında bir ilişkiden bahsetmek, istisnalar göz ardı edildiği durumda, mümkün.
En tepedeki dergiler herkesin hedefi olsa da her akademisyenin yürüttüğü her çalışmanın kendisine Science, Nature, ya da çalışmanın yapıldığı alanının en önde gelen dergilerinde yer bulmasının mümkün olmadığı, herkesçe kabullenilmiş durumda.
İşte bu pratik zorunluluk, bu yazının başındaki gri mecraların oluşmasının en önemli sebebi.
***
Bir alanın en revaçtaki dergilerinde yayın yapmanın güçlüğü, insanların diğer dergi alternatiflerine yönelmelerini normal kılıyor. Bu bilimsel dergi alternatiflerinin sayısı da epey fazla. Örneğin Bo-Christer Björk ve arkadaşlarının bir çalışmasına (http://tinyurl.com/d3ozpn) göre 2007 yılında aktif görünen hakemli bilimsel dergi sayısı 23,750. Bunca derginin kalitesi ve ardındaki kadronun yeterliliği tek tek kontrol edilemiyor elbette. Bir noktadan sonra belirli bir alan için “rüştünü ispatlamış dergi” olmayan dergiler, “diğerleri” şeklinde gruplanmaya başlanıyor ve bilimsel bir yayının önemi ile ilgili bize önemli bir bilgi veren “dergi önemi” kavramı yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Bu ise çok tehlikeli bir şey. Çünkü “dergi önemi” ortadan kalkınca yayının önemine dair önemli bir parametre de ortadan kalkıyor. Bir bilim insanının bilim dünyasına katkısı ile ilgli fikir yayınlarının öneminden almak güçleşince ise bu boşluğu ne yazık ki, “makale sayısı” dolduruyor.
İlk bakışta “bir bilim insanının kıymeti onun bilimsel yayın sayısı ile doğru orantılıdır” önermesi doğru gibi duyulsa da, bu yaklaşım gelişmekte olan ülkelerin akademisindeki en ciddi problemlerin çimentosu.
Yayın sayısı esas olunca, daha fazla yayına sahip bir isim daha az yayına sahip bir ismin karşısında daha iyi bir üniversitede pozisyon sahibi olmak, araştırma bütçesinden daha fazla pay almak, yardımcı doçentlikten doçentliğe, doçentlikten profesörlüğe daha çabuk geçmek gibi ciddi avantajlara sahip oluyor.
Bu yayınların yer aldığı dergilerin hakemlerinin yeterliliğini, yöntemlerin tutarlılığını, etkinlik miktarlarını tek tek kontrol etme ihtimali ortadan kalkınca, diğer koşulda bile pek bir önemi olmaması gereken “yayın sayısı” anlamını tamamen yitiriyor.
Her dergide yapılan yayının da geçerli sayılmayacağını düşünenler Türkiye’nin herhangi bir orta ölçekli üniversitesini seçip akademik atanma ve terfi başvurularında kabul edilen akademik etkinlik ve puanlama ilkelerine bakabilir.
Uluslararası bir bilimsel dergi sahibi olmanın, geçerli bir ISSN/ISBN numarası almanın, derginin yönetmeliklerimiz içinde saygın kabul edilen kurumlarca indekslemesini sağlamanın zor olduğunu düşünenler biraz araştırmayla, tüm bunlar için neredeyse sadece İngilizce bilmenin yeterli olduğunu görebilir.
Uluslararası konferans kitapçığında yer almanın güç bir şey olduğunu, her çalışmanın uluslararası konferans kitapçığına giremeyeceğini düşünenler, 2003 yılında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde düzenlenerek uluslararası konferans olarak listelenmiş TAINN’in kitapçığındaki çalışmalara göz atabilir.
***
Doğru bilim olduğu konusunda çok ciddi bir uzlaşının söz konusu olduğu çalışmalar ile çöp bilim olduğu konusunda çok ciddi bir uzlaşının söz konusu olduğu -evrim teorisi karşıtı propaganda amacıyla bir araya getirilenler, ilaç şirketlerinin siparişi üzerine hazırlananlar, küresel ısınmada insan etkisinin olmadığını ispat için sipariş edilenler gibi- çalışmalar arasında kalan çok geniş bir alan var. Bu geniş alanda doğru bilimin çöp bilime, vasıflı bilim insanının vasıfsız bilim insanına dönüşmeye başladığı yer ise bir nehrin denize karıştığı, tatlı su ile tuzlu suyun nerede başlayıp bittiğinin kesin bir çizgi ile birbirinden ayrılamadığı büyük bir delta gibi.
Ne yazık ki akademik ahlaksızlıklar “çalmak” ile sınırlı değil. Kanunsuzluğu aşikâr olmayan, tespit edilmesi ciddi uzmanlık ve vakit gerektiren, “hırsızlık” gibi basit bir çerçeveye oturtulamadığı için bilimsel yayın prensiplerine ve bilim etiğine aşina olmayan kişilere anlatması epey güç olan ve sistemin eksiklerinden yararlanan legal ahlaksızlıklar da mevcut.
Bunlardan en tehlikeli olanlarından birisi de şüphesiz sözde bilimsel dergiler ve sözde konferanslar.
Bu sözde bilimsel dergiler (ve konferanslar) kendilerine ulaştırılan her bilimsel yayını kabul edip belli bir ücret karşılığında yayınlıyor. Böylece bilimsel çalışmalarını hiçbir saygın bilimsel dergiye kabul ettirememiş, ya da bilimsel çalışma yürütme konusunda yeterli potansiyeline sahip olmayan kişiler para karşılığı yayın sahibi oluyor. Bu organizasyonların web sayfalarında ISSN/ISBN numaralarına, akademik komitelerine, kendilerini indeksleyen uluslararası organizasyonlar listesine, telif hakları sözleşmelerine, yayın şablonlarına kadar her şey son derece kitabına uygun görünse de gönderilen çalışmalar hiçbir akademik tetkike tabi tutulmuyor.
Bu organizasyonlardan çok büyük bir tanesi de, ardında Türk bir fen bilgisi öğretmeninin olduğu ve http://waset.org adresinden yayın yapan “World Academy of Science, Engineering and Technology” isimli organizasyon.
Matematik Dünyası dergisinin 74. sayısında (2007) H. Ökkeş, WASET’in selefi olan Enformatika tarafından düzenlenen bir sözde uluslararası bilimsel konferansa asistanı ile yazdığı tamamen uydurma olan yayını nasıl gönderdiğini ve yayının nasıl kabul edildiğini çok keyifli bir dille anlatıyor (http://tinyurl.com/2vnxcdb).
http://www.enformatika.org adresinin geçmiş yıllardaki görüntülerine baktığınızda 29 Mart 2007 tarihli görünümünde (http://tinyurl.com/enformatika-mart) sayfanın tepesinde yer alan Enformatika logosunun 22 Nisan 2007 (http://tinyurl.com/enformatika-nisan) tarihinde bir anda WASET logosuna dönüştüğünü görebiliyorsunuz. Bir süre sonra http://enformatika.org’un içeriğinin olduğu gibi alınıp http://waset.org adresine taşındığı da http://enformatika.org adresinin web arşivi görüntüsüne baktıktan sonra http://waset.org’un konferanslar bölümü ziyaret edilerek görülebiliyor. Organizasyonlar arasında, siber suçlar ve siber dolandırıcılık ile mücadele konusunda deneyimli okurların bu satırları okurken akıllarına gelebilecek ciddi tetkiklere gerek dahi bırakmayacak kadar fazla bağlantı mevcut. Adresler ve isimler bu tip bir alışverişi uzun süre gizlemek mümkün olmadığı için değişiyor. Belki H. Ökkeş’in yazısı Enformatika isminin “kötü reklam” limitini doldurdu ve site kapandı. Belki bu yazı da WASET için aynını yapacak.
Bu sebeple kişilerin, isimlerin, adreslerin pek bir önemi yok. Nitekim bu yazı bir süre sonra okunurken WASET gitmiş yerine başka bir şey gelmiş olabilir. Fen bilgisi öğretmeni sebep olduğu tahribatın vicdani yüküne daha fazla katlanamayarak bu işlerden vazgeçmiş, onun yerini bir başkası doldurmuş olabilir. Bence kritik olan metotları anlamak ve öğrenmek. Aşı niyetine.
***
WASET bünyesindeki onlarca sözde uluslararası bilimsel dergi ve konferans ile bilimsel ve teknolojik arenada matematikten biyomedikal mühendisliğine, biyolojiden malzeme mühendisliğine değin ayak basmadık yer bırakmıyor ve basılan yayınların hakemli (peer reviewed) olduğu iddia edilerek bir güven uyandırılmaya çalışılıyor. Tabi bu güven dışarıdan bakanlar için. Birden fazla yayın gönderenlerin gerçeğin farkında olmaması çok düşük bir olasılık.
Bu organizasyon dahilinde yayın yapmış olan ya da konferans ve dergilerin bilimsel komitesinde yer alan isimlerin neredeyse tamamı Bulgaristan, Hindistan, Pakistan, Fas, Mısır, İran, Gürcistan, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri, Sri Lanka, Malezya, Endonezya gibi ülkelerden. Elbette listede Türk akademisyenler de var. Hem de kimileri onlarca makale yayınlamış, bu makaleleri web sayfalarında listelemişler.
WASET hoşa gitmese de bir servis sunuyor ve burada asıl kızılması gerekenler bu servisten faydalanıp, her şeyin farkında oldukları halde bu ilişkiden ahlaksız çıkar sağlayan akademisyenler. Kızılması ve savaşılması gerekenlerin de doğrudan doğruya o kişiler olduğu gözden kaçırılmamalı.
Geri dönüşü olmayan noktaya WASET gibi organizasyonlar sayesinde vasıfsız çalışmalarını yayınlanmış gösteren kişilerin, üniversitelerde kadro sahibi olması ile varılıyor. Basit aramalar ile ulaşabileceğiniz isimlerin özgeçmişlerine bakınca, ülkelerindeki üniversitelerde saygın mevkilerde görev yaptıklarına şahit oluyorsunuz. Muhakkak bu isimler arasından neler olup bittiğinin farkında olmayan ve bir başka bilimsel dergide de yer alabilecek kalitede bir çalışmasını göndermiş olan kişiler de çıkacaktır. Fakat her şeyin farkında olduğu aşikar olanların sayısı hiç de az değil.
Yazının başlarındaki “çok fazla bilimsel dergi olması” ve “bilimsel dergilerin değerinin tespit edilmesindeki zorluklar” gibi sebeplerle, yapılan yayınların öneminden ziyade yapılmış yayın sayısının önem kazandığı bir ortamda, tüm doktorası ve doktora sonrası eğitimi boyunca çalışıp beş tane bilimsel yayın yapmış bir kişinin akademik pozisyon başvurusunun, WASET gibi organizasyonlar sayesinde her yıl beş yayın yapmakta olan bir kişi ile başa çıkması hiç de kolay değil. Özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki orta ve küçük ölçekli üniversitelerde rastlanma olasılığı daha fazla olan bu akademisyen türünün sebep olduğu tahribatın uzun vadeli etkilerinin bir bilimsel hırsızlık vakasının etkilerinden çok daha ciddi olabileceğini göz önünde bulundurmak, hırsızlık vakaları kadar bu vakaları da araştırmak ve doğasını anlamak çok önemli.
***
Türkiye’de rektör olan, rektör yardımcısı olan, rektör eşi olan, dekan olan, enstitü müdürü olan, siyasetçi olan isimlerin bilimsel hırsızlıkları bir bir ortaya çıkarken, hiçbir zaman yükselme niyeti olmayan ve tek amacı bir üniversitede öğretim üyesi olmak ya da üniversitedeki bir yardımcı doçent kadrosunu yıllar boyunca elinde tutmak olan kişilerin yarattığı kirlilik aynı derecede göze batmıyor. Onlar akademik dünyanın yaşam kaynaklarını bir tümör gibi sömürerek git gide daha ciddi bir alanı kaplarken, akademinin güçlü bireylerinin bu konuya dair ilgisizliği ne yazık ki bu ahlaksız akademisyenlere güç veriyor.
“Türkiye’de neden bilim üretilmiyor?” diye sorulduğunda akla ilk gelenler arasında hırsızlık vakaları var. Fakat WASET gibi organizasyonlardan beslenerek pozisyon işgal edenler yüzünden dışarıda kalan, özel sektöre yönelmek ya da kolay yoldan bol yayın sahibi olmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılan kimselerin “yapamadıkları bilim” pek akla gelmiyor.
“Türkiye’de neden bilim üretilmiyor?” diye sorulduğunda akla ilk gelenler arasında az ödenek ve ödeneklerin bölümler arasında adaletsiz tanzimi gibi sorunlar var. Fakat WASET gibi organizasyonlardan beslenen akademisyenlerin aynı zamanda bilimin yeni neslini yetiştiren, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sahip olan kişiler oldukları, bir noktada doktorayı bırakmak ya da bilimsel ahlak anlayışlarını değiştirmek arasında tercih yapmak zorunda bırakılan öğrencilerin “olamadıkları bilim insanları” pek akla gelmiyor.
***
Türkiye ne yazık ki başarılı bir bilimsel çalışma yürütüyor olmanın başarılı bir bilim insanı olmak için yeterli olduğu bir ülke değil. Türkiye’nin bilim geleceği, onun bu günkü aydın akademisyenlerinin cesaretine ve sorumluluk bilincine muhtaç.
Gelecek nesiller bu günleri sorgularken Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde kıymetli akademik faaliyetler yürütmekte olan bilim insanlarının yetersiz tavrına sitem edecekler.
Bu gün orta ve küçük ölçekli üniversitelerde okuyan öğrenciler, mezuniyet tarihleri yaklaşırken etraflarına bakıp Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinde kıymetli akademik faaliyetler yürütmekte olan bilim insanlarına zaten sitem ediyor olsalar gerek.
***
Bilimsel ahlakı tesis etmeye çalışırken bu gri mecralarda da mesafe katetmek, WASET gibi organizasyonların takip ettikleri metotları öğrenmeye, bu tür organizasyonlar yoluyla akademik çıkar elde eden akademisyenlere karşı uyanık olmaya, onları açıkça tenkit etmeye bağlı.
http://plagiarism-turkish.blogspot.com/ gibi değerli anonim girişimler hırsızlık vakalarının arşivlenmesini ve bilimsel hırsızlık girişimlerinin eninde sonunda ortaya çıkacağını ve kimsenin bu insanları unutmayacağını hatırlatmak açısından çok önemli.
Bilimsel hırsızlık dışında kalan ve daha ince bir araştırma ile ortaya çıkarılabilecek bilimsel ahlaksızlıkların da ciddiyetle takip edilmesi ve açıkça tenkit edilmesi süreci bir çatı altında toplanarak örgütlü ve koordine çalışan bir yapıya dönüştürülebilir. Böyle bir durumda akademik kariyerini tehlikeye atmaktan çekindiği için bu güne değin bireysel çıkışlar yapmak istememiş olan kişiler de seslerini çıkarmak için cesaret bulabilir.
Nitekim bu konularda ses çıkarmak gerçekten cesaret isteyen bir iş. Bunun belki de en önemli kanıtlarından birisi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yaşanan usulsüzlüklere karşı tepki gösterdiği için işinden olan, insan hakları ihlallerine ve tehditlere maruz kalan Dr. Tansu Küçüköncü olsa gerek.
Söyleyecekleri olan akademisyenlerin anonim kalmak ya da kariyerinden olmak arasında tercih yapmak zorunda kalmayacağı örgütlenmelerin hayata geçmesi, herkesin bildiğini dile getirmesi şart.
Aksi taktirde birkaç üniversitenin dışında Türkiye’nin bilim mecrasının aleni ve gri ahlâksızlıkların yaşam alanı olmaktan kurtulacağı günler bir hayal olarak kalacak.

9 Eylül 2010

Prof. Dr. Selçuk Candansayar - KESTİRMEDEN BİLİMCİ OLMAK

NTV BİLİM, Haziran 2010

Olmayan cihazlarla, hayalet hastalarla araştırma yapmanın, saygın kitaplardan kaynak göstermeden aşırmanın inceliklerini bilimci adayları öğrenmeli. Hazır "yapılmışı" varken "bilim yapmaya uğraşmanın" hiç gereği yok.
Otuz yıl kadar önce, Üniversite Seçme Sınavı'nda en yüksek puanları alanların girebildiği Tıp Fakültesi'ni kazandığımda içim çok rahattı. Ülkenin en iyi tıp eğitimini alacaktım. Okuyup önce doktor, sonra psikiyatr, sonra da "hoca" olacaktım. Okula başladığımda, beklediğimden çok farklı bir dünyayla karşılaştım. Ne soru, ne tartışma, ne kulüp ne etkinlik; birbiri ardına derse giren öğreticilerin ağzından çıkanı birebir defterlerine geçiren lise öğrencilerine benziyorduk.

Aldığımız eğitime her geçen yıl biraz daha yabancılaşarak sonunda mezun oldum. Fakülteye girerken amaçladığım kadar iyi bir öğrenci olamamıştım. Çok iyi bir tıp eğitimi almıştım ama bilmek, düşünmek, araştırma yapmak, makale yazmak gibi "bilim" üretimine dair hiçbir şey öğrenememiş, el yordamıyla bile olsa bilim üretmeye kendimi hazırlayacak bir şey yapamamıştım, iyi birer "teknisyen" olarak yetiştirilmiştik, hepsi bu. Mecburi hizmete gitmedim; Tıpta Uzmanlık Sınavı'nda önce iç hastalıklarını, bir yıl sonra da tıbba girme nedenim olan psikiyatriyi kazandım.

Şimdi akademisyen olma yolunda ilerlediğimi düşünüyordum. Çok çalışacak, çok öğrenecek, çok araştıracak ve öğretim üyesi olacaktım, ilk yılımda ABD'den yeni dönmüş, kıdemli bir asistanın önerisiyle bir araştırmaya başladık. Çok heyecanlıydım: Hastalarda karşılaştığımız bazı özelliklerin kaynağının ne olabileceğini merak ediyorduk. Bir araştırma yöntemi geliştirdik. O güne kadar yapılmış çalışmaları araştırmış, sorumuza daha önce verilen yanıtları incelemiş, hastaların hangi özelliklerini saptamamız gerektiğine karar vermiştik. Veri toplama sürecinde hissettiğim en yoğun duygular merak, mutluluk ve gururdu. Bilmeyi öğreniyordum; bilimsel bir soru sorup yine bilimsel bir yanıt verebilmeye başlamıştım. Veriyi topladıktan sonra üzerinde çalışmaya başladık. İstatistik analiz yapıyorduk. Anlamlı görünen bir sonucun kaynağının ne olabileceğini tartışıyorduk. Elde ettiğimiz bulguları daha önce aynı alanda yapılmış araştırmaların sonuçlarıyla karşılaştırıyor ve tartışıyorduk.

AVANTACI Bilim
Sonunda makalemizi yazdık. Bana göre, dünyanın en önemli bulgusunu yakalamış durumdaydık. Şimdi bulgumuzu ulusal çaptaki psikiyatri kongresine götürecek, orada savunacaktık. Araştırmanın sorusu kıdemli asistanla yaptığımız tartışmalarda benim aklıma gelmişti. Daha doğrusu soruyu kıdemlime sormuştum, o da "hadi bunu birlikte araştıralım" demişti. Tüm veriyi ben toplamıştım, istatistiği o yapmıştı, tartışmayı birlikte yazmıştık.

Kıdemli asistan araştırmanın yazar listesini verdiğinde yaşadığım hayal kırıldığı yirmi yıl sonra hâlâ canlıdır içimde. Kıdemli asistan ilk ismin Anabilim Dalı Başkanı olması gerektiğini, çünkü onun "Başkan" olduğunu, kendisinin kıdemli olduğu için ikinci isim, benim üçüncü isim olacağımı, veri topladığımız hastaların yatırıldığı servisin sorumlusu öğretim üyesinin ismini yazmamızın da "iyi" olacağını söylemişti. Listede bir kişi daha vardı, "onu çok seviyordu, üstelik araştırmayla ilgili iki makale getirmişti". Bilim üretimine "çırak" statüsüyle başlamıştım. Bir şeylerin ters olduğunu sezsem de "bilim böyle üretiliyor" diye düşünmüştüm.

TAKLACI Bilim
İhtisas yaptığım klinikte her asistandan bir konuda seminer sunması beklenirdi. İhtisas dört yıl olduğundan her asistanın dört seminer sunma hakkı ya da görevi vardı. İlk yıl verilen seminer konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dahası, o konunun neden seçildiği belli değildi. Konuyu ihtisasının bilinci yılında olan bir asistanın hazırlayıp hazırlayamayacağı, hazırlamasının onun eğitimine o aşamada katkısının ne olacağına dair herhangi bir gerekçe ya da eğitim programı da yoktu.

Seminer ödevi verilen her asistana bir danışman öğretim üyesi tayin edilirdi. Amaç, danışmanın yönlendirmesiyle asistanın kaynaklara nasıl ulaşacağını, "literatür taramasını" nasıl yapacağını bulması, semineri hazırlayıp tüm öğretim üyeleri ve asistanlara sunması ve bu yolla eğitim almasıydı.

Yine de merak uyandırıcıydı. Ortada yanıtlanması gereken yine bir soru vardı. Tamam, belki soru benim aklıma gelmemişti, ama ben¬den yanıt istendiğine göre yanıtı bulmak benim ve kliniğin bilimsel bilgimizi, yanıtı aramak da benim bilimsel görgümü geliştirecekti.

Danışmanıma sorunun yanıtını nasıl arayıp bulacağımı sorduğumda temel psikiyatri kitaplarının ilgili konularını çevirip özetlememi öğütledi. Öyle yaptım. O yıllarda Türkiye'de çok az olan İngilizce psikiyatri kitaplarını üniversitenin kütüphanesinde buldum. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığından nasıl özetleyeceğimi bilemiyordum. Kitapların ilgili bölümlerini olduğu gibi çevirdim. Tekrar gibi olan kısımları çıkararak onları birleştirdim. Klinikte bilgisayar, bende daktilo yoktu. O yüzden çeviriyi el yazısıyla yapmıştım.

Seminerim hem danışmanım hem de diğer öğretim üyelerince çok beğenildi. Danışmanım metnin el yazısı olduğunu görünce kliniğin sekreterine semineri daktiloya çekme talimatı verdi. Günlerce sekretere metni okuyup daktiloya çekmesine yardım ettim. Sonunda tamamladık ve metni seminer danışmanıma verdik. Kocaman bir "aferin"le birlikte çok başarılı bir asistan olacağımı, beni çok takdir ettiğini söyledi. Bir iki yıl sonra çevirimin cümlelere takla attırılmış halde "Hocanın yeni kitabına" bölüm olarak yerleştiğini gördüm. Kitabın önsözünde bana "hassaten teşekkür" vardı.

ÇARPITAN Bilim
Kliniğimize yeni bir öğretim görevlisi başlamıştı. Doçentliğe hazırlanıyordu. Çok canlı, cana yakın, asistan dostuydu. Bize hiç hoca gibi davranmazdı, onu çok sevdik. Doçent olmak çoğumuzun temel amacı haline geliverdi. Sürekli yeni fikirlerle geliyor, "çocuklar şuna da bakalım mı, bunu da araştıralım mı, bakın bu konu da önemli" diyerek bizi bilimsel araştırmanın heyecan dolu ırmağında birlikte yüzmeye çağırıyordu. Çoğumuz o ırmağa balıklama atladık. Ellerimizde anket formları, ölçekler, kan tüpleri hastadan hastaya koşturuyorduk. Birbiri ardına araştırmalar tamamlandı. Her biten araştırmada "yeni" bir şey bulmanın mutluluğuyla bir sonraki araştırmanın verisini toplamaya koşuyorduk.


Tabii ki tüm araştırmalarımızda ilk isim onundu. Hocamız bir doçent olsun, nasılsa sonra biz de ilk isim olurduk. Hem araştırma yapmak çocuk oyuncağı olmuştu bizim için: İki değişken sapta, bir örneklem evreni oluştur, ver ölçekleri, ölç değişkenleri, kur denklemi, yap istatistiği... Anlamlı çıkarsa da bir anlamı vardır, anlamsız çıkarsa da nasılsa bir anlamı vardır. Hem tartışmayı bağlamak çok kolay; "bu konuda daha kapsamlı araştırmalar yapılmalıdır" dersin olur biter. Zaten "yabancı" makaleler de öyle bitmiyor mu?

Bir tür manifaktür olarak biteviye "bilimsel araştırma'' üretmeye başlamıştık. Bir keresinde, veri toplama aşaması biten araştırmalardan birinde vaka sayısı öğretim görevlisine az göründü. Çalışma güzeldi, tek kusuru ömeklem sayısının azlığıydı. Öğretim görevlisi "çocuklar, tüm sayıları dörtle çarpsak sonuca bir etkimiz olmaz, ama vaka sayımız daha iyi olur" dedi. Çarptık, gerçekten sonuçlar değişmiyor gibiydi; sevindik, o kadar emeğimiz boşa gitmemiş olacaktı!

İhtisasım bittiğinde kabarık bir yayın listem vardı. Tıp fakültesini bitirdiğimde yakalanmadığım mecburi hizmete bu kez uzman olarak gittim. Dört yıl sonra kliniğe geri döndüğümde artık doçenttim. Doçent olmak için asistan çalıştırmam gerekmemişti. Klinik dışında kalmıştım. Dahası, galiba büyüyüp akıllanmıştım.

ENGEL TANIMAYAN Bilim
Aynı yıllarda yine ülkenin önemli tıp fakültelerinden birindeki bir ekibin "Türkiye'de olmayan tıbbi cihazlarla yaptıkları" bir araştırmayı uluslararası bir tıp dergisinde yayımlatmayı başardıkları ortaya çıktı. Bu beceriyi gösteren akademisyenlere de birşey olmadı.
Tam da o zamanlar, YÖK'ün fikir babası ve kurucu başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın yazdığı (!) bir kitabın, Benjamin Spock adlı ABD'li bir çocuk doktorunun kitabının birebir çevirisi olduğu, bunun bilim ahlakına aykın bir "intihal" olduğu tartışmaları mahkemelerden medyaya yansımaya başladı. Bir başka 'hoca' Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 12 Eylül Darbesi'nin bu kudretili "hocalann hocasının" bilim ahlakına uymayan bir intihalci olduğunu cesaretle haykırıyordu. O da 'hocaydı'. İntihalin aşırma anlamına geldiğini, bilimin en büyük ahlaksızlığı olduğunu Hasan hoca ile öğrenmeye başladık. Dahası, şartlar ne olursa olsun bilime sahip çıkma cesaretinin de bilim yapma, akademisyen olmanın, hoca olmanın olmazsa olmaz şartı olduğunu kavramaya başladık. Bilimsel görgünün "bilim ahlakı" anlamını içerdiğini, aslolanın "bilim ahlakı ve erdemi" olduğunu öğrendik. Ama Yargıtay Genel Kurulu, Spock'un kitabıyla birebir aynı olan Doğramacı'nın kitabını, "bilimsel bir eser olmadığından intihal açısından değerlendirilemeyeceği" kararıyla beraat ettirdi. Hasan hoca, Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi ile birlikte Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA) Bilim Komitesi'nden istifa etti. Spock'un dul eşi bile dayanamayıp Türkiye'yi ayıplayan bir mektup yazdı. Türkiye'de intihal yapsan da başına bir şey gelmeyeceği kabul edilmeye başlandı. Memleketin en üst bilim kurulu TUBA ve en üst yargı kurulu Yargıtay, intihalin "hoş görülebilir" olduğuna karar vermişlerdi.

AŞIRAN Bilim
Türkiye'nin uluslararası yayınlarının sayısının artması herkesin ortak özlemiydi. Yeter ki yayın sayımız artsın" düsturuyla intihal vakalarının üzeri örtülmeye başlandı. Kimse koskoca doçentleri, profesörleri "aşırmacılık" yüzünden üniversiteden atmaya yanaşmıyordu.


İntihal (plagiarism), aşırmacılık anlamına geliyordu; "bir başkasının fikirlerini ya da yazılarını onu hiç anmadan kendi orijinal çalışması gibi kullanma ya da gösterme" olarak tanımlanıyordu.


Bir yandan da Türkiye'de bilimsel araştırma etik kurulları kurulmuş, hastalardan araştırma yaparken "aydınlatılmış onam” alınma zorunluluğu getirilmişti. Bir araştırmaya alacağınız hastaya araştırmanın gerekçesini, ona ne gibi testler yapacağınızı, araştırmaya dahil olmanın ona bir yaran olup olmayacağını, araştırma sürecinden bir zarar görüp görmeyeceğini, onun anlayabileceği dilden bir tanık yanında anlatmak, onun özgür iradesiyle rızasını almak, bunu yazılı olarak belgelemek zorundaydınız.
 
KENDİNİ BİLEN Bilim
Üniversitede artık doçenttim; yani biImeyi öğrenmenin yollarını bilen kişilerden biri olmuştum. Öğretim üyeliği ya da akademisyenliğin üç aşaması vardır; doktora, doçentlik ve profesörlük. Benim için doktora bilmeyi bilmek, doçentlik bilmeyi öğretebilmek, profesörlük ise bilme sürecini değerlendirebilmek demektir. Bu sürecin olmazsa olmazı bilimsel yöntem, onu bilimsel kılan bilim ahlakıdır. Bilim ahlakının en büyük düşmanı ise intihaldir, başkasının bildiğini kendi bilginmiş gibi göstermektir. Doçentlikten sonra, uzmanlık tezlerine danışmanlık yapmaya başladım. Uzmanlık tezlerinin, kabul edildikten sonra uluslararası bilimsel dergide yayımlanması, çalışmanın değerini göstermesi ve bilim cemaatince paylaşılması yönünden önemliydi. Danışmanı olduğum asistanlardan birine, uzman olduktan sonra tezini makaleye çevirmeyi düşünüp düşünmediğini sordum. Akademisyenliği düşünmediğini, uğraşamayacağını söyledi. İki yıl kadar sonra uluslararası bir veritabanında tarama yaparken gözlerime inanamadım; yeni bir uluslararası dergide yayımlanmış bir makalem bilgisayar ekranından bana bakıyordu. Çalışmada üçüncü isimdim. Ama ne böyle bir çalışmada yer almıştım, ne de makale o dergiye gönderilirken bırakın onayı, haberim olmuştu, ilk kez gördüğüm "çalışmamı" incelemeye başladım. Akademisyen olmayacağını söyleyen asistanın teziyle aynı başlığı taşıyordu. İkinci isim, tezin yapılma sürecinde klinikte olmayan bir uzmandı. Dahası, makalenin vaka sayısı tezdeki vaka sayısından fazlaydı. İki uzman sayesinde, haberim olmadan sahte bir uluslararası yayına sahip olmuştum. Aklıma ilk gelen, hemen dergiye bir yazı yazıp onayım olmadan ismimi nasıl kullandıklarını sormak ve yayının sahte olduğunu bildirmekti. Çok kızmıştım. En çok da o iki uzmanın, benim adımı koyarlarsa, kafadan bir yayına sahip olmanın keyfîyle susacağımı düşünmüş olmalarına kızgındım. Sonra bir hata yaptım. Dergiye yazmak yerine durumu bir dilekçeyle Üniversitelerarası Kurula bildirmeye karar verdim. Bir açmaz yaşadığımı belirttim Kurul'a. Dergiye yazsam ülkemin bilimsel prestiji bir kez daha yara alacaktı. Türkiye uluslararası dergilerde intihalin kurumlaştığı ülkeler arasında sayılıyordu. Nature adlı son derece saygın dergide ardı ardına, Türkiye'de intihalin normal karşılandığını iddia eden yazılar yayımlanıyordu. Sesimi çıkarmasam suça ortak olmuş olacaktım. Çözümü Üniversitelerarası Kurul'un bulmasını istedim. Ne mi oldu? O uzmanlardan biri doçent oldu. Şimdi o da bir akademisyen. Diğeri sözünü tuttu, akademisyen olmadı; büyük bir kentte uzman olarak çalışıyor.

OLMAYAN Bilim
İntihal hâlâ kurumlaşmış olarak sürüyor memleketimizde. Bitip bitmeyeceği de belli değil. Belki de tek teselli, intihalin Türkiye'ye özgü bir sorun olmaması. Dünyanın her yerinde en umulmadık bilimcilerin bile intihale başvurdukları biliniyor. Yine de, intihale başvurmadan bilim yapmanın mümkün olduğunu bilmek gerekiyor. Belki daha az araştırma, daha az yayın yapılmış olur ama ahlak olmadan bilimin yapılamayacağı açıktır.

Yararlı kaynaklar:

- www.anti-plagiarism.org
- www.plagiarism-turkish.blogspot.com
- Nature. Vol 449/ 6 September 2007
_________________________________________________________________

2 Ağustos 2010

Murat Bardakçı - Çakma tuğra, otlak fermanından makaslanmış (HABERTÜRK)

>>>>>>  Hadiseyi arşivdeki yabancı araştırmacıların basiretsizliği, cahilliği yahut birşeyler yapıyormuş gibi görünüp takdir görme çabası şeklinde yorumlayabilirsiniz ama böyle bir cür'etin neticesi bir hayli ağırdır. Arşivlerimizin saygınlığının yerle bir olması, belgelerimizin güvenilirliğinin ayaklar altına alınması ve çok daha önemlisi, Ermeni iddiaları konusunda senelerden buyana "Arşivlerimiz açıktır, bilima-damları gelsinler, araştırsınlar" diyen Türkiye'nin bundan böyle ciddiye alınmaması neticesini doğurabilir. Zira yabancı araştırmacılar "İngiliz Baş-bakanı'na bile uydurma belge hediye etmekten çekinmeyen Türk Arşivleri'nin bize göstereceği belgelerin acaba ne kadarı gerçektir?" diye düşünebilirler ve  artık kimseleri ikna edemezsiniz.>>>

9 Temmuz 2010

Prof. Dr. Levent Doğancı - 2. TEKZİP METNİNE II. YANIT

Bilim ve Gelecek Dergisi’ nin 2010 Temmuz sayısı B  94 - 95 sayfalarında yer alan ve “en iyi savunma saldırıdır” şeklinde tarif edebileceğimiz cümlelerin birçoğunda, değerli okuyucu kitlesini çok yanlış düşüncelere yönlendiren suçlamalar bulunmaktadır:
1. Yardımcı Doçent Doktor Fatma Ülger tekzip metninin birçok yerinde akademik unvanımı yazmayarak “akademik” bir aşağılama yapmaktadır ki, bu deontolojik bir yanlıştır. Unvanımı kendisi vermemiştir, kendisi belirlememiştir. Bu tür yazışmalarda “etik” değerler açısından ileri sürülen suçlamalar ne kadar ciddi olursa olsun, nazik ve deontolojik bir jargon kullanımı esastır.
2. Gerek Jeske’ nin, gerek Anaesthezia editörünün mektuplarında ve gerekse sadece ABD adresli veya NIH destekli yayınlardaki etik hataları “resmi olarak” incelemeye yetkili olan ORI’ nin yöneticisi Dr.John Dahlberg’ tarafından gönderilen elektronik yazışmalarda yapılan işin “plagiarism” olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu duruma yazarlar ısrarla yeterli bir yanıt oluşturamamışlar, yanıt vermemişlerdir. Bunun yerine, daha önceki kurumum olan GATA adresli, son isim olarak yazarları arasında bulunduğum araştırma makalelerinde bulunan çeşitli ifadelere atıf yapılarak, yapılan yanlışlık mazur gösterilmeye çalışılmaktadır. Velev ki anılan yayınlarımda etik yanlışlıklar vardır; bu durum sayın yazarlara etik bir ihlal hakkı tanımaz. İki yanlış bir doğru etmez. Zaten o yayınlarla ilgili etik bir yanlışlık da olsaydı, sayın yazarlar arasında bulunan baş editör profesör tarafından önceki yıllarda YÖK Başkanlığına ve OMÜ Rektörlüğü’ ne atanmamın durdurulması amacıyla verilen şikayet dilekçeleri esas alınır ve herhalde atanmam gerçekleştirilmez, benim akademik unvanım da geri alınırdı. Bununla birlikte bu etik ihlal suçlamasının aydınlatılması açısından ilgili yazarları, adreste bulunan kurum bazında suç duyurusu yapmaları için teşvik ediyorum. Gelin bu şikayetinizi ilgili kuruma yapın ve incelemenin sonucunu hep birlikte -okurlarımızla- görelim (bu sonucu bir satırına bile dokunmadan yayınlanması için Bilim ve Gelecek Dergisi Editörlüğü’ ne ulaştıracağım).
3. GATA etik ihlaller konusunda son derece hassas bir kurumdur. Bu nedenle bölüm başkanı da olsa, anabilim dalı başkanı da olsa tüm sorgulamaları en net biçimde, bazen de suçlanan kişileri örseleyerek, hiç çekinmeden yapar. Bu bağlamda, tekzip’ de ifade edilen “Linezolid” çalışmamıza yapılan ve yazarlar tarafından tekzip metninde ifade edilen haksız-hukuksuz şikayet Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nce incelenip, lehimize sonuçlanmış (AYİM 2.D. Karar Tarihi:13.07.2005 Karar No: E. 2005/37, Karar No: K. 2005/588); ayrıca Ankara 2. FSEK Ceza ve 3. Hukuk Mahkemelerinin ayrı ayrı yargılamaları, 6 değişik bilirkişi incelemesini takiben lehimize bitmiş/bitirilmiş (Yargıtay 9. Ceza Dairesi 2010); şikayetçi şahsın mahkeme kararlarını Yargıtay denetiminden sonra tirajı en yüksek 3 gazeteden birinde yayınlaması kararı verilmiştir. Şikayet eden maksatlı kişi hakkında açtığımız hukuk davası ise devam etmektedir. Bu makaleyle ilgili olarak bu karmaşık süreç içinde gördüğümüz eksikliği de “corrigendum” içindeki “regret” deyiminin ifade bulduğu şekilde yayınladık, doğrudur. Buradaki potansiyel yanlış anlamanın hiçbir uyarıya gerek kalmadan, kıdemsiz akademisyenlerimin bilimsel geleceği için zamanında düzeltilmiş olmasından da gurur duyarım; esef edilecek bir durum olmadığı mahkeme kararlarıyla sabittir. Konusu geçen çalışma arkadaşlarımın da hepsi hukuki zeminlerde aklanarak, akademik açıdan terfi etmişlerdir. Bu karmaşık yasal durumun arka planını görmeden, şikayetçi şahsın başka suçları nedeniyle akademik görevlerden uzaklaştırılmış maksatlı bir kişi olduğunu bilmeden ve yayınlanarak eser haline getirilen ham data’ nın ilgili kuruma ait kayıtlı bir bilgi olduğunu algılamadan “sadece çamur at izi kalsın” amacıyla yapıla gelen çaba boşuna emektir; öncesinde olduğu gibi hukukun terazisinde tartılır ve hukukun kılıcına da çarpıp gider.
4. Ancak aynı hassasiyeti ne yazık ki plagiarism nedeniyle eleştirilen yazarların halen bağlı olduğu kurumda görememekteyiz. Daha bir iki ay önce Cumhuriyet Gazetesi’ nin manşetine yansıyan yazarların bağlı olduğu kurumun üst yöneticisiyle, Yardımcı Doçent Doktor Fatma Ülger’ in bölüm başkanının yer aldığı bir intihal - duplikasyon ve retraksiyon -olaylarının nasıl sonuçlandırıldığına dair okuyucularımızla paylaşabileceğimiz bir bilgimiz bulunmamaktadır. (Yanıt hakkı doğurmamak üzere ilgili kişilerin isimlerini silerek konuyu okuyucu kitlemizin değerlendirmelerine bırakıyorum, isteyen “OMÜ” ve “intihal” anahtar kelimeleriyle konuyu arama motorlarında daha derinlemesine irdeler: “Cumhuriyet Gazetesi'nin 26 Mayıs 2010 tarihli haberine göre Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde (OMÜ) aralarında .........an’ın da bulunduğu bazı öğretim üyelerinin uluslararası dergilerde yayımlanan makaleleri, “intihal (bilimsel aşırma)” ve “gereksiz, mükerrer yayın” gerekçesiyle etik bulunmayıp bilimsel yayınlar arasından geri çekildi. OMÜ Tıp Fakültesi ....... Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. ..... ve ........ Bölüm Başkanı Prof. ............ ’ün ortak hazırladığı “Effec...........ng” başlıklı makale, Ocak 2006’da “Journal of ................................. Research” dergisinde yayımlandı. Derginin Şubat 2010’da yaptığı açıklamada, ....... ve ........... makalesinin, aralarında E...... Üniversitesi Rektörü ................................ yazdığı bir makalenin de yer aldığı iki farklı yayından intihal yapılarak hazırlandığı vurgulanarak bilim ortamından çekildiği (retraction) duyuruldu. ....... ve ........ün, atıf yapmadıkları diğer iki makaleden paragraf paragraf alıntı yaptıkları ve tabloları kopyaladıkları ileri sürüldü. ........... hakkında Nisan 2009’da sahte belge düzenleyerek ........... Yöntemleri Eğitim Sertifikası aldığı suçlamasıyla Sağlık Bakanlığı tarafından soruşturma başlatılmıştı”. Buyurun bakalım, “kim kimi sorgulayacak?” derken dayandığımız kaynak.
5. Yazarlar arasında bulunan ve bir dönem anabilim dalı başkanlığı da yapmış olan editör profesör atanmam sırasında yüzlerce yayından oluşan bilimsel dosyamı didik didik ederek, suçlamada bulunabileceği etik yanlışlıklar aramış, bulamamış, atanmamı engelleyebilecek bir doneye ulaşamamıştır. Ama yine de “intihal yapmış olduğunu tespit etmiş bulunuyorum” diyerek soruşturma açılmasını sağlamış, bir açıdan da bu konuya olan ilgimi arttırmış, ayrıca (teşekkürlerimle) resmi olarak da aklanmamı sağlamıştır.
6. Jeske’ nin ve bir diğer dergide basılmış bir başka yayının kullandığı cümleleri izinsiz ve iktibas kriterlerine uymadan plagiarise ettikleri için bir önceki yanıtta yer alan İngilizce yazışmalar okuyucu kitlesinin değerlendirilmelerine sunulmuştur. Yazarların tekzipleri okuyucu kitlemiz tarafından tatmin edici bulunmuşsa, demek ki Nature Dergisi’nde yer aldığı üzere, bu düşünce yapısında olanlar, bu kültürü benimseyenler için hiçbir mesele yoktur. Bilim ve Gelecek Dergisinde yayınlanan bu yazıların tamamı bilgi için Doçentlik Sınav Komisyonu ilgili akademisyenlerine de ulaştırılarak, onların da akademik değerlendirmelerini kendi vicdani kanaatlerine göre yapmaları önerilecektir. Dilerim Yardımcı Doçent Doktor Fatma Ülger bu incelemenin sonuçlarından okuyucu kitlemizi mahrum etmesin. Bir diğer yönden, eğer saygıdeğer yazarlar herhangi bir etik ihlalin sorumlu olduğum yazılar içinde de bulunduğunu ciddi olarak iddia ediyorlarsa, bu konu inceleme yoluna her zaman olduğu gibi açıktır. Tüm sonuçlarına katlanır, hakkımı tarafsız yasal platformlarda bugüne kadar olduğu gibi sonuna kadar savunurum.
7. Yardımcı Doçent Doktor F. Ulger’ in makalesi için (in-vitro olduğu için tamamen gereksiz de olsa) daha önceden alınmış bir etik kurul kararı yapılan yanlışı asla korumamaktadır. Poster olarak daha önce ham bilgilerin başka bir yerde-bir kongrede sunulduğunun yayınlanan ve yazarlar tarafından “etik olduğu” iddia edilen ilgi makaleye bir alt bilgi (acknowledgement) olarak konulması da gerekirdi ki bu eksiklikle ilgili herhangi bir açıklama gelmemektedir. Demek ki yanlış olduğunu kabul etmektedir ve yanlışlığın (susarak da olsa) kabul edilmesi bir erdemdir. Aynı konuda daha önce resmi bir şikayette bulunması nedeniyle yazarlar arsında bulunan baş editörün bilgi sahibi olmaması da mümkün değildir. TTB 2008 yılı Etik Bildirgesi’ni bir defa daha hatırlatıyorum. “Başka bir eser veya çalışmadan alınacak her türlü bilgi, veri, tablo ve ifadeler atıf yaparak (kaynak gösterilerek) kullanılmalıdır” ve “ Bir çalışmadan elde edilen veriler ve sonuçlar bölünerek, dilimlenerek birden çok yayın haline getirilmemelidir.”
Ahlakın ilk kuralı “kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma” dır ve etik değerlere özen gösterilmesini istemek kişilik haklarına bir saldırı, hakaret ve aşağılama değildir. Geçirdiğimiz acı olaylardan alınan derslerin gelecek kuşaklara tarafsız olarak taşınması, akademinin bu konuları çok hassas bir mekanizmayla irdeleyerek “akla-karayı” birbirinden net bir şekilde ayırabilmesi gelecek nesillerimiz için çok gereklidir. Erdem, kişinin yanlışlığını kendi vicdanında da ortaya koyabilmesi, öz savunmasını gerçekleştirebilmesi, gerektiğinde de “hukuk önünde” hesabını vererek aklanabilmesidir.
Saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. Levent DOĞANCI
Ankara 7 Temmuz 2010

8 Temmuz 2010

Orhan Bursalı - Haber İçin Mahkeme Kararı mı Gerekli? (Cumhuriyet)

Bu köşede yazılacak tonla konu varken bir de tekzip hakkının kötüye kullanılmasına izin veren mahkeme ve kararlarıyla ilgilenmek, doğrusu ancak kaotik bir Türkiye’de hemen hiçbir kurumda işlerin düzgün yürümediğinin göstergesi olsa gerek...
Mustafa Helvacı adında kişi hakkında belgelere dayalı olarak yaptığım, “Diyanet’e Sahte Doktora” verdiğini kanıtlayan habere, Ankara 10. Sulh Ceza Mahkemesi’nin yargıcı, “düzeltme ve cevap hakkı” kararı gönderdi! Avukatlarmız karara mükemmel bir hukuk belgesiyle itiraz ettiler. Ancak itiraz reddedildi ve bugün Helvacı adındaki, yoğun şüpheli işlemlerin sahibi kişinin yanıtını yayımlamak zorunda kaldık.
Mahkemenin kararı önümde; bu nasıl iş diye düşünüyorum. Bu mahkeme kararına göre gazetelerdeki neredeyse bütün haberlere düzeltme gönderilebilir!
Yargıç kararında, Helvacı adındaki kişinin haberi gerçekdışı ve iftira olarak nitelendirdiğini belirttikten sonra şu kararı veriyor:
“...Gazete ve nüshaları incelendiğinde, herhangi bir mahkeme kararına dayanmadan, ilgili şahsın Diyanet İşleri’nden maaş ve harcırah aldığının belirtildiği veya sahte doktora şeklinde beyanlarla ilgilinin kişilik haklarına açıkça hukuka aykırı şekilde yayın yapıldığı anlaşıldığından, talebin kabulüne karar vermek gerekmiştir.... cevap ve düzeltme metninin yayınlanmasına...”
Haberin doğru olup olmadığıyla hiç ilgilenmiyor!
***
Bu kararı gördükten sonra, ülkemizdeki adalet sisteminin ne kadar bozuk, kararların yanlış ve yetersizliklerle dolu olduğu, dosyanın belki de yeterince hiç incelenmediği, kararların yasalara uygun olmadığı konusunda kanaatlerin, önemli ölçüde doğruluk payı içerdiğini doğrulamıyor mu?
Veya, yandaşlık ilişkileri, adam kayırma, tepelerden kişisel ricalar ve siyasal ilişkiler ve baskılar mı adalet sistemimizde yürürlükte?
Kararda neyin yanlış olduğu konusunda hiçbir açıklama yok. Dediği iki şey var. O malum kişinin, Diyanet’ten para aldığı ve Diyanet’e sunduğu doktora tezinin sahte olduğu biçimindeki iddiaların mahkeme kararına dayanmadığı...
İtiraz dilekçesinde, avukatlarımız, bu iki konuyu da belgeleriyle mahkemeye sundu. Birincisi, malum kişinin Diyanet’ten “burs aldığı”nı Diyanet de doğruluyor. Ayrıca, malum kişi de, gazetemizde yayımlanan açıklamasında, “4.5 yıla yakın sürede 53.200 USD” aldığını açıklıyor! Efendim, Diyanet’ten değil, Diyanet Vakfı’ndan bu burs parasını almış.. Parayı Diyanet veya Vakfı’ndan aldığını söylüyorsa, sorun nedir?
***
Mahkemenin ikinci gerekçesi “sahte doktora tezi” iddiası üzerine de mahkemece alınmış bir karar olmadığı!
Pardon?!
İddiayı ileri süren biziz! Elimizde de belge var! Biz mahkeme değiliz... Mahkeme, sunduğumuz belgeler arasında bulunan, Diyanet’in yazılı talebi üzerine malum kişinin bir yazıyla Diyanet’e sunduğu ve üzerinde koskoca “doktora tezi” yazılı belgeyi göremiyor mu? Ayrıca “ver bakalım şu doktora tezini” diyen, parayı veren Diyanet Vakfı değil, Diyanet!
Biz bu doktora tezinin sahte olduğunu ileri sürüyoruz! Dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir üniversitesinde böyle bir doktora tezi yapılmamıştır! Belge budur! Malum kişi, Diyanet’e sunduğu bu doktoranın yapıldığını göstermelidir...
Mahkeme kararı, gazetelerde yayımlanacak habere, yasaların hiçbirinde olmayan, kafadan uydurulmuş bir gerekçe keşfetmiştir: Hakkında mahkeme kararı olmayan haber...
Mahkeme, bu kararıyla suç işliyor, olmayan bir yasaya göndermede bulunuyor, düzeltme ve cevap hakkının, yasaların aksine, mükemmel kötüye kullanılması örneğini yaratıyor!
Ve gazetemizin manşetinin yanlış bir haberle işgal edilmesine, gazetemizin ve benim itibarımla oynanmasına olanak veriyor...
***
Bu tür gerçekdışı düzeltme haberleri giderek çoğaldı.. Mahkemeler, bu yalan düzeltmelerin yayımlanmasına olanak tanımamalı, belki de sanık sandalyesine oturması gereken kişilerin gerdan gererek kalça kırarak ortalıkta dolaşmasına “gördünüz mü mahkemece aklandım” cakasıyla, itibarlı gezmesine fırsat vermemeli!
Bütün bunların ötesinde, basının anayasal görevini yerine getirmesine, kamuoyunu gerçeklerle bilgilendirnesine engeller çıkartmamalı ve habere açıkça sansür anlamına gelecek kararlar almamalı
Avukatlarımız itiraz dilekçesinde diyor ki: Mahkeme, gerekçesinde, “Gazetecinin bir mahkeme kararına dayanması gerektiğini yani açıkça gazetecinin maddi gerçeği saptadıktan sonra haber yapması gerektiğini belirtmiştir... Gazetecinin maddi gerçeği araştırmakla yükümlü olmadığı, maddi gerçek saptandıktan sonra yayın yapılmasının kabulünün haber verme hakkını sınırlayacağı, Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarıyla saptanmıştır. Bu şekliyle karar açıkça usul, yasa ve içtihatlara aykırıdır. Basın özgürlüğünü sınırlandırmaktadır.”
***
Malum kişiye duyuru: Bu düzeltme seni temize çıkartmaz! Bu bir aklanma değildir! Gazetemizde yayımlanan “düzeltme metni”nde gerçekleri gizlemeye çalışıyorsun. Ankara Üniversitesi’nden doktora sahibi olduğunu belirtiyorsun ki, bu bizim konumuz hiç değil...
Diyanet’ten aldığın 53.200 dolarla, “Güneş Sisteminin Mekaniği ve Ay’ın Yörünge Analizi” konusunda doktora yapmak üzere Amerika’ya Kentucky Üniversitesi’ne gittin mi gitmedin mi? Döndükten yıllar sonra, Diyanet’in istemesiyle, üzerinde doktora tezi yazılı uyduruktan ve içindeki bilgilerin de çoğunun hırsızlama olduğunu gösterdiğim bir metin verdin mi vermedin mi?
Laga luga edeceğine bunlara yanıt ver!

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.