NEDEN ?

https://plagiarism-turkish.blogspot.com


Yükseköğretimde Gözetim ve Denetim - Yasal Çerçeve ve Uygulamalar -
Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2009) lütfen tıklayın
2547 sayılı Kanun’da öğretim elemanlarının disiplin suçlarına ilişkin yapılması düşünülen değişiklikler hakkında Bilim Akademisi’nin raporu (2016) lütfen tıklayın

31 Aralık 2017

ZAFER ERCAN - Şeytanla mücadele etme uzmanları üniversiteleri işgal etmiştir (Bilim ve Gelecek)

Elbette hatalar yapılabilir ancak bazı “hatalar” hata olmanın ötesine geçmiştir, hata olarak adlandırılamayacak bambaşka bir şeydir. Örneğin, bir doktorun hastasının kafasını kopartması bir mesleki hata değildir. Bir matematik öğrencisinin sadeleştirme yaparak,
eşitliğini elde etmesi bir hata olabilir ama bir matematik profesörünün aynı yöntemle bu eşitliği elde etmesi hata değildir. Buna karşın Türkiye’de matematik alanında bu tür işlemler sıklıkla yapılabilmekte ve bu nitelikte doktora tezleri arsızca hazırlanabilmektedir. Türkiye’de mevcut akademik yapının niteliği bu seviyededir. Bu anlayış sonucunda üniversiteler her alanda “şeytanla mücadele etmekte uzman” kadrolarca işgal edilmiştir. Bu gerçeklik üzerinden hareket ederek Abant Lake Üniversitesi’nde yazılan bir doktora tez süreci aşağıda ironik bir dille anlatılmıştır.

Doktora öğrencisi ve iki kanka jüri üyesi
Sessiz ve sakin tavırlı matematik bölümü doktora öğrencisiyle matematik üzerinden ilk kez analiz dersinin uygulamasında karşı karşıya gelmiştim. Derste bir soruyu çok kısık sesle çözmeye çalışıyordu ama neyi çözdüğünü anlayamamıştım. Benden çekinmiş olabileceğinden rahat anlatamadığını düşünerek sınıfta bir-iki dakika kaldıktan sonra ayrıldım. Matematik üzerinden bir sonraki iletişimimiz doktora yeterlilik sınavı esnasında oldu. Yazılı sınav kâğıdı için diğer iki jüri üyesinin oldukça iyi olduğunu söylemeleri nedeniyle inceleme gereği duymamıştım. Yazılı sınavı böylece başarılı olarak değerlendirildi. Sözlü sınavda son derece basit sorulara yanıt verememesini “aşırı derecede heyecanlanmıştır” diye yorumladım. Böyle bir yorumda bulunmakta haklıydım, çünkü heyecandan bayılmak üzere olan öğrencilere rastlamıştım. Öğrenciye “Bu tür sınavlar insanı heyecanlandırır, acelemiz de yok, ara verip birkaç saat sonra tekrar buluşalım” diye önerdim. Öyle de yaptık ama öğrencinin yine hiçbir soruya yanıt verememiş olması beni çok şaşırttı. Sonuç olarak olumsuz görüş belirtmekten başka çarem yoktu. Buna karşın diğer iki jüri üyesinin olumlu görüş belirterek öğrenciyi başarılı olarak değerlendirmesi, olası “üzülme” duygumu ortadan kaldırdığı için, durumun bu yanı hoşuma da gitti. Bu jüri üyelerinden biri tez danışmanı Prof. Fromkars, diğeri İsmail Prof. Addicted idi. Bu iki jüri üyesi o zamana kadar beş yıldır aynı evde kalmaktaydı. Sonrasında iki yıl daha aynı evi paylaşacaklardı. Son derece kuvvetli, başkalarını kıskandıracak kadar kankalardı.

Accumulation point nedir?
Bir süre sonra doktora öğrencisinin danışmanı ve diğer jüri üyesi ile hazırladığı bir makaleyi inceledim. Makalenin amacının ne olduğu bir türlü anlaşılmıyordu. Buna karşın tanımlanmadan makale içinde geçen birkaç matematik terimini anlamaya ve makalede anlamlaştırmaya çalıştım. Bu terimlerden biri “accumulation point of the topological space” idi. Bütün uğraşılarıma karşın bu kavramı makalede bir yere oturtamıyordum. Konuyu makalenin yazarlarından biri olan tez danışmanı Prof. Fromkars ve öğrenci E. Golden’a sordum. Geri dönüş yapacaklarını söylemelerine karşın bir dönüş yapılmadı. Yaklaşık üç ay sonra “Prof. Fromkars, accumulation point’in hangi anlamda kullanıldığını söyleyecektiniz” demem üzerine, “Hocam, odanıza 7-8 kitapla geldim yoktunuz” yanıtını verdi, öğrenci de “Hocam, ondan sonra telefonla konuştuk ya,” (telefonda bambaşka bir konu konuşulmuştu) dedi. O zamandan bugüne kadar çok uğraşmama rağmen bahsi geçen terimin makalede hangi anlamda ve nasıl tanımlandığı anlaşılamadı.

Jüri üyeleri babamın öğrencilerinden oluşsun!
Doktora tezi yazılmış-çizilmiş, sıra savunma sınavının tarihini belirlemeye gelmişti; öğrenci jüri üyelerinin listesinin oluşması için evrak dolaştırmaya başladı. Öğrenci kendisi doldurduğu “jüri üyesi formunu” bölüm başkanı olarak onaylamam için bana getirdi. Listede yer alan 5 isimden iki ya da üçü öğrencinin matematik profesörü olan babasının doğrudan doktora öğrencisi, diğerleri ise babasından ders almış öğrencilerdi. Öğrenciye, “usulün böyle olmadığını, buna bölümün karar vereceğini” uygun bir şekilde açıkladım. Bunun üzerine öğrencinin “Bölüm Başkanı dilekçemi almıyor” diye dekanlığa şikâyette bulunduğunu öğrendim. Bu tümüyle haksız bir suçlamaydı, çünkü dilekçeler elektronik sistem üzerinden veriliyordu.
Öğrenci, jüri üyelerinin ille de babasının öğrencilerinden oluşmasını istiyordu. Bu yaklaşımlar karşısında tez jüri üyesi olarak yer almamam mümkün değildi. Karşı çıkılmasına karşın jüri üyesi oldum. Diğer jüri üyeleri Prof. Ages, Prof. Fromkars, Prof. Addicted ve Prof. Aralmountain’di.

“Professor, that is a set”
Tez savunmasının kayıt altına alınması için Enstitü’ye yapmış olduğum başvuru hukuki olmadığı gerekçesiyle kabul edilmedi. Tez savunması sınavı başladı. Sınav salonunda yaklaşık 20 dinleyici vardı. Adaya, tezinde geçen bazı matematiksel terimlerle ilgili sorularım oldu. Bu soruların bazıları ve yanıtları şöyleydi.
– “Tezinizde yer alan accumulation point nedir?” soruma aldığım yanıt, “Bilmiyorum,” oldu.
– “Tezde gerçel sayılar üzerinde doğal topolojiden bahsediyorsun. Nedir o topoloji?” sorusuna biraz düşündükten sonra, “Biz topoloji kısmıyla ilgilenmedik” yanıtı geldi.
– Yine, “… gerçel gerçel sayıların bir altkümesinin supremumundan bahsediyorsun. Ne demek?” sorusuna aldığım yanıt, epey bir düşündükten sonra “Bu ifade tez için önemli değil” biçiminde bir yanıt verdi.
– “Tezde dizinin sürekliliğinden bahsediliyor olması nedeniyle dizinin tanım kümesi olan doğal sayılar kümesinde belirgin bir topoloji tanımlanıyor olması gerekir. Nedir o topoloji?” sorusuna aldığım yanıt, “o önemli değil ” biçimindeydi.
Bu türden yaklaşık 20-25 soruya verilen yanıtların hepsi, “hatırlamıyorum, bilmiyorum ya da bu tezde önemli değil” biçimindeydi. Bu süreç içerisinde üç jüri üyesi Prof. Fromkars ve Prof. Addicted en öne oturdu; Prof. Fromkars, “elini ağzına götürerek kısık sesle zaman zaman öğrenciye kopya veriyordu”. Bu savunma esnasında Prof. Aralmountain ve Prof. Addicted hiç konuşmamış olmasına karşın, yönelttiğim “Tezinde function space’den bahsediyorsun. Ne demek?” sorusuna öğrencinin yanıt verememesi üzerine Prof. Fromkars araya girerek, “Professor, that is a set” yanıtını vererek matematikte tarihe geçecek katkıda bulunmuştu.

Hepimiz bu aşamalardan geçtik, inşallah düzelir
Öğrenci savunmasını yaptıktan sonra jüri üyeleri aralarında toplandı. Toplantıda “Gördüğünüz gibi aday hemen hemen hepsi temel olan ve tezinde yer alan kavramlara yanıt veremedi. Ayrıca tez içerisinde yanlış olduğunu iddia ettiğim sonuçlara ilişkin de bir açıklama yapılmadı. Bu tezin bu hâliyle kabul edilmesi mümkün değil” yaklaşımıma jüri üyelerinden Prof. Aralmountain’ın “Hepimiz bu aşamalardan geçtik. Düzelir inşallah. Ben başarılı olması yönünde oy kullanıyorum” açıklamasını takiben diğer jüri üyelerinin de “Ben de başarılı görüyorum” görüşünü belirtmesi üzerine aday 3-2 oyçokluğuyla “başarılı” olmuştur.

Ben bütün sınavlarımı mükemmel yaparım
Bahsi geçen öğrenci Veteran Üniversitesi’nde doktora öğrencisiyken Abant Lake Üniversitesi’ne yatay olarak geçiş yapmıştı. Öğrencinin Veteran Üniversitesi’ndeyken doktora tez danışmanının öğrencinin babasının doktora öğrencisi olan bir profesör olduğunu sonradan öğrendim. Bu öğrenci, Abant Lake Üniversitesi’ne geldikten sonra alması gereken 5 dersin 5’ini de Prof. Fromkars’dan tek öğrenci olarak almış ve bütün derslerden AA alarak geçmiş gözüküyor.
Bu süreçler sonrasında, yani öğrenci doktora sınavını 3-2 geçtikten sonra, öğrencinin yazılı doktora sınavına bir bakayım dedim. Bir de ne göreyim, öğrenci sorulan 6 sorunun altısını da kitap formatında, satırlar ve semboller mükemmel olarak ayarlanmış bir şekilde, kâğıt üzerinde hiçbir silme işlemi yapmadan, soru sırasını hiç değiştirmeden birinci sorudan altıncı soruya kadar mükemmel bir şekilde yanıt vermiş. Öğrenciye, bu soruları nasıl bu kadar mükemmel yanıtlamış olduğunu sorduğumda, aldığım yanıt, “Ben bütün sınavlarımı böyle mükemmel yaparım” oldu. Bunun üzerine öğrenciye, “Sen çok kısa zaman içerisinde doçent, profesör olabilirsin. Etik komisyonlarda yer alırsın. Yönetimlerle iletişimin çok iyi olur. Senin gibi birçok doktora öğrencisi yetiştirirsin. TÜBİTAK’ta önemli mevkilere gelebilirsin, jüri olarak görevler alabilirsin. Ama matematikçi olamazsın!” demek zorunda kaldım.

Berkeley’li araştırmacı karısı çıktı
Bu fırsatla yazıyı kısa bir anekdotla sonlandıralım: Bir bölüm toplantısında, bir profesör Berkeley’de akademik çalışmalarda bulunmuş ve çok başarılı bir araştırmacının kendisiyle iletişim kurduğunu, bölümlerine katılmak istediğini, bu araştırmacının bölüme katılmasının çok yararlı olacağını söylüyor. Toplantıya katılan diğer bölüm elemanları “başarılı araştırmacının” kim olduğunu sormuyorlar. Bu başarılı araştırmacı çıka çıka kendisiyle iletişime geçmiş olduğunu söyleyen kişinin karısı çıkıyor. Başarılı araştırmacıyı bölümlerine tavsiye eden kişi, TÜBİTAK bilim dergilerinin editörlerinden biri! Bilim dergileri kimlere emanet edilmiş…
Yukarıda bahsi edilen trajikomik durumlar istisnai değil, birkaç üniversite dışında son derece doğal hâle gelmiş uygulamalardır.
Her ne kadar mevcut durum yukarıda açıklandığı gibi olsa da, insanlık onuru, üniversiteleri “‘şeytanla’ mücadele etme alanında uzmanlaşmış” kadrolara teslim etmeyecektir.

5 Haziran 2017

Şahin Aybek - YÜKSEKÖĞRETİM, ÜNİVERSİTELER VE İNTİHAL (Eğitim Ajansı)

Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz kısa bir süre önce; lisans tezlerinin 2-3 bin, yüksek lisans tezlerinin 3-10 bin TL arasında, doktora ve doçentlik tezlerinin de 5 binden başlayıp 20 bin TL’ye kadar alınan ücretlerle yazan sektörün patlama yaptığına dair sorularla ilgili, “Parayla tez yazdıranlar kendilerine kötülük eder.” demişti. Aynı konuyla ilgili YÖK de “Parayla tez yazanların akademisyenlikten çıkarılacağını, para karşılığı tez yazdırılmasının da bir intihal olduğunu” açıklamıştı. Geçen sene haziran ayında açıklanan Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma da yüksek lisans ve doktora tezlerinin %34’ünde ağır intihal; yani bilimsel hırsızlık olduğunu ortaya koymuştu. Bu çalışmayı yürüten Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Politikaları Araştırma ve Uyguluma Merkezi (BEPAM) bu kapsamda 2007-2016 yılları arasında yazılmış 470’i yüksek lisans ve 130’u doktora tezi olmak üzere 600 tezi incelemişti. Bilimsel çalışmaların orijinal olmadığını gösteren benzerlik indeksinde de dünya ortalaması %15 iken bu oran ülkemizde %28,5 çıkmıştı. Buradan ülkemizde yapılan akademik çalışmalarda ortaya yeni bir şey konmadığını, yapılan çalışmaların birbirini tekrar eden araştırmalar olduğunu anlıyoruz. Araştırma sonucunda her 3 tezden birinin çalıntı olduğu da ortaya konmuştu.
Demek ki Bu İşler Sadece Üniversite Sayısını Arttırmakla Olmuyormuş!
Yukarıdaki verileri birleştirdiğimizde ciddi bir ahlak sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Parayla tez yazdıranlar, bilim hırsızlığı; yani intihal yapanlar, tez yazmayı bilmeyen öğrenciler, tez yazdırmayı bilmeyen akademisyenler… Demek ki neymiş; bu işler sadece üniversite sayısını arttırmak ve bununla övünmekle olmuyormuş. Akademi nicelikten ziyade niteliğe bağlıdır. Lise açar gibi tabela üniversitesi açmakla akademik başarı yakalanmaz. Nitelik, bilim etiği ve kurumsal tecrübe gerektirir. Şimdi bilimsel hırsızlık diye de ele alabileceğimiz intihal konusunu ele almaya çalışalım.
Üne Kavuşma İsteği İntihale Yol Açıyor.
İntihal en genel anlamıyla araştırmacının kendi çalışmasında başkalarının çalışmalarını ilgili kişiyi bilgilendirmeksizin, kaynakça ve dipnot göstermeksizin kopyalaması veya alıntı yapmasıdır. İntihalin kişinin bilimsel araştırma yöntem ve tekniklerini bilmemesi, ünlenmek istemesi, fazla sayıda yayın yaparak para kazanmak istemesi gibi pek çok nedeni olabilir. Maalesef intihal bizim yükseköğretimimizde de önemli bir sorun olarak yer almaktadır. Ülkemizde intihali yani bilimsel hırsızlık ve sahteciliği önleme konusundaki yetki ve sorumluluklar YÖK’tedir. Bilimde pek çok etik dışı davranış vardır; ama intihali diğerlerinden ayıran özellik atıftır. Diğer taraftan atıf yapılmadan da intihal yapılabilir. Peki o zaman intihal (aşırmacılık) nedir? Arapça kökenli bir kelime olan intihal TDK sözlüğünde aşırmak anlamında açıklanmaktadır. Yani bir eserden, araştırmadan, çalışmadan kaynak göstermeden alıntı yapmaktır. İntihal sadece yükseköğretimde değil; eğitim öğretimin her aşamasında olabilir.
İntihalin Sebebi Nedir?
Aslında bu bir tarafıyla da sistem içinde öğretilen, öğrenilen bir davranıştır. İlköğretim ve ortaöğretimde öğrencilerimizin kopya çekmeleri, ödevlerini kes-kopyala-yapıştırla internetten alarak yapmaları ya da satın almaları adeta yükseköğretimde yapılacak intihalin sinyalleridir. Kişi intihalle ilgili farkındalığı olmadığı için de intihal yapabilir. Çocukluktan itibaren bu bilincin eğitim öğretim sistemi içinde verilmesi gerekmektedir. Bir toplumda hırsızlık olağan karşılanıyorsa doğal olarak insanlara intihal de normal gelecektir ve akademik yükselmeler için Makyavelist bir yöntem benimsenecektir. İnsanların aşırı hırslı olmaları, kendilerini ön plana çıkarmak istemeleri, akademik çevrelerde saygınlık kazanabilmek için fazla yayın yapmak istemeleri ve proje-sanayi desteği almak; yani maddi çıkar sağlamak isteği de intihale yol açabilmektedir.
Krallar Değil; Kurallar Ön Plana Çıkmalıdır.
Bir yerde liyakat, bilgi, tecrübe önemsenmiyorsa ve kurallar net değilse ve kuralları çiğneyenlere karşı sert yaptırımlar uygulanmıyorsa, herkes bir an önce yükselmek ve köşeyi dönmek için her türlü etik dışı yönteme başvurabilir ve kral olmak isteyebilir. Bu nedenle krallar değil; kurallar ön plana çıkmalıdır. YÖK ve MEB intihalle ilgili sürdürülebilir strateji ve politikalar belirleyip, istikrarlı bir şekilde uygulamalıdır. İntihalle ilgili öncelikle intihalin gerçekleşmemesi için gerekli bilincin, farkındalığın oluşturulması gerekmektedir. Diğer boyutu da intihal olduktan sonra yapılabileceklerdir. İntihalin özellikle yükseköğretimdeki boyutuyla ilgili olarak genç akademisyenler bu konuya dair yeterli eğitim almalı, akademisyenler üzerindeki baskı azaltılmalı ve intihale yol açabilecek maddi sorunlar çözülmelidir. İntihal engelleme yazılımları yaygın bir şekilde kullanılmalıdır. Etik derslerine eğitim öğretim sürecimizin her aşamasında ağırlık verilmelidir. Akademisyenlere ve öğrencilere caydırıcı cezalar uygulanmalıdır.

4 Haziran 2017

İlber Ortaylı: "Maalesef intihal Türk akademik hayatında sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı" (DİKEN)

Master tezlerinde bilgisayar üzerinden hem de tarama yöntemiyle blok blok göçürmeler normal hale geldi. Koca adamlar ve kadınlar lisans talebelerinden daha hızlı aşırmacılar. Doktora ve hatta doçentlik gibi tezlerde de dedikodu dışında gerçek şikâyet ve YÖK nezdinde başvurular sayısız.  
Son günlerde gazetede yine böyle bir haber çıktı. Habere göre Doç. Dr. Erkan Göksu’nun herkesin rahatlıkla ulaşabileceği bir kitabı, çok az değişiklikle tez olarak sunulmuş ve kabul edilmiş. İddia şayet doğruysa, YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi sisteminde de erişime açılmış. 
Eğer YÖK, gerekli organlarıyla acımasız davranmaz ve şikâyetleri doğru ve ciddi olarak değerlendirmezse umutsuz noktalara gideriz. İş bu kadarla bitmez. Adli teşkilatta da mahkemelerin bu gibi davaları daha ciddi ve titiz şekilde bilirkişilere havale etmesi ve karar alması gerekiyor. 
Maalesef intihal Türk akademik hayatında hem de halkın en çok ilgi duymaya başladığı sosyal bilimler dalında ayyuka çıktı. Rastgele suçlamalar kadar ciddi takibatın da resen yapılması gerekiyor. Her evin avlusuna bir üniversite açacak raddeye geldik ama kurumlarımızın gözetlenmesi, disiplinin hakkaniyetle sağlanması yöntemini pek beceremedik.  İlber Ortaylı’nın yazısı

24 Mart 2017

Dr. Umut Özkaleli - Kıbrıs'ta intihal mücadelesi...Devam! (KıbrısTime)

Bu beş uzun yılın mücadele öyküsüdür. Memlekette diplomasız kişilerin sahte diploma ile yardımcı doçent yapıldıklarını büyük bir şaşkınlıkla öğrendiğimiz (Ömür Yılmaz ile birlikte) ve ispatladığımız bir süreçten sonra, intihalcilerin diploma sahtecilerinden de çok olduğunu keşfetmemizle başlayan bir süreç. İntihal, akademik hırsızlık demektir. Akademisyenin fikir üretmeden kendine akademisyen demesi mümkün olmadığı için, fikir üretmeyen bir sürü insanın, hali hazırda başkaları tarafından üretilmiş olan fikrileri, sanki ilk kez kendileri ortaya atmış kılığına girip, fikrileri “ödünç”(!) aldıkları insanların o fikirlerin sahibi olduklarını söylememesidir. Bir de yazdıkları metinlerin özgün bir fikri içermeden başkalarının fikirlerini (atıf yapsalar da) kendi fikirleri olmaksızın kesip yapıştırıp yayınlamaya kalkmalarıdır.
Adayarısında akademide çalıştığım 3 yıl boyunca gördüklerim anlatmakla bitmez. Her ne kadar da intihalci ve sahtecileri deşifre edip YÖDAK’ın gereken adımları atmadığını ve atması gerektiğini ortaya koymamızdan sonra üzerimize çullanan ve çullandırılan gazeteciler ve fısıltı gazetesi mensubu (sözde) akademisyenler bu iddiaları “istihdam” arayışı ile yaptığımızı söyleseler de, sevgili okur sakın aldanma. O dönemde ben hali hazırda bir üniversitede çalışıyordum, bir bölümün de başındaydım. Kendi adıma o dönemde var olan işim de düşünülecek olursa benim motivasyonum, memlekette akademisyen olarak yer etmek, zihinlere girmek, istihdam bulmak değildi. Zaten sussaydım hala orada pozisyonumu tutuyor olurdum. Onun yerine, sahte diploma ile ilgili üniversitemin sahiplerini bilgilendirmeyi, bu yanlışların düzletilmesinin üniversitenin de geleceği için hayırlı ve avantajlı olacağı konusunda perspektif verebilmeyi umdum. Nafile... Hiç ilgi görmediği gibi, konu oraya gelemedi bile. Sahtecileri hangi komitelerin yardımcı doçentliğe yükselttiklerine dair sorular hep cevapsız kaldı. Öyle bir yönetim anlayışı ile çalışılamayacağıma karar verdiğim için istifa ettim, üniversitenin sahiplerini bu anlayışla yönetenlerden kurtarması gerektiği ile ilgili uyarımı bireysel olarak yapamasam da yazılarımla buna çabaladım.
Süreç içindeki mücadelemde, herkes “istihdam peşinde” olduğumu iddia edip durdu ama kimse zaten var olan çok ballı işimden kendim istifa mektubu yazarak ayrıldığımı, ülkem üniversitelerinin bilim yuvalarına dönmesi için mücadele vermeyi seçtiğimi hatırlamak istemedi. Ya da kim bilir, inanmak istemedi. Kişiler herkesi kendileri gibi bilirmiş derler. Mesleklerinde bir yerlere çala çırpa ya da kolay derece değirmenlerinden aldıkları diplomalarla gelenler veya siyasi ve maddi nüfuzla oraları parselleyenler bu konuları “akademinin en önemli sorunu” görmemişlerdir eminim. Gerçekten de bana bunu diyenler çok oldu. Akademinin var olma sebebi bilim üretmek ve bilimsel üretimi öğrencilere aktarmaktır. Bilim üretmeyen, bilim aktaramaz. “Üniversiteler adası” sloganlı adayarısının bilim üretmek konusunda dünya sıralamasında nerede olduğuna bakın; eğer kayda değer bilim üretiliyorsa gerçekten de “intihal ve sahtecilik en önemli sorunu” değildir. Ama yoksa, varlık sebebi olan bilimsel üretkenlikten uzak bir yerin intihal ve sahtecilikte nasıl ana sorunu yaşamadığını siz bana anlatın. Çünkü bilim insanı demek metot kullanmak demektir. Metot da ancak doktora düzeyinde, gerçekten doktora vermeye yetkin araştırma üniversitelerinde öğrenilir. Metot bilmeyen, kullanmayan doktoralılarla, hiç doktora almamışların ve başkalarının fikirlerini alanların bilim üretmesi nasıl mümkün olabilir?

Adayarısının entelektüelleri, akademisyenleri ve sendika abileri o dönemde üniversitenin en önemli sorununun bu olmadığına karar verdi. Bir sendikacı televizyon ekranından “biz yarın maaş alıp almayacağımızı bilmiyoruz, sorunumuz bu” demeyi tercih etti. Evet, evet doğru bildiniz, üniversitede “hoca” ama metot ve bilim bilecek hali yok çünkü doktorasız. Ama ekspert(!). İntihal önemli mi değil mi kararı o veriyor memlekette. YÖDAK ve o zamanki başkanı, (Gökçekuş’tan evvel o koltukta otumuş bit zâthani şimdilerde üniversitelerin geleceği ile ilgili veryansın edip duruyor), bana bir üniversitenin Sosyal Bilimler Dergisinde dört beş ayrı o üniversitede çalışan “akademisyenin” intihalinin olmasının, bir başka üniversitede lisans mezununun yardımcı doçent yapılmasının, bir başka üniversitede denkliği olmayan bir okuldan doktora diploması gösteren birisinin yardımcı doçent olmasının “istatiksel” olarak alarm vermediğini iddia etti. Muhterem herhalde “istatistik” falan deyince korkarız, geri çekiliriz falan zannetti. Biz ise Ömür Yılmaz ile adamcağızın inkarcılığına güldük geçtik, insanların adayarısında koltuklara, makamlara oturabilmesinin, işlere konabilmesinin bedelinin sessizlik olduğunu üzüntüyle gözlemledik.


Aynı YÖDAK, o dönemde hiçbir intihal komitesi kurup araştırmadan meseleyi geçiştirmeyi tercih etti. Ömür Yılmaz ve ben YÖDAK’ın kapısından o dönem umutla girdik ama büyük bir hayal kırıklığı ile SONUÇSUZ çıktık. Kapı yüzümüze kapandı. Ondan sonra gelenlerin zaten bir şey yapmasını beklemek safdillik olurdu. Zaten intihalcilik ve intihalci/sahtecileri bile bile doçent yapmak için imza atanlar da YÖDAK üyeliğine dek çıkabildi. İntihalle ilgili başvurularımız, bir önceki dönemde yapılmış oldukları için dikkate alınmadı. Bu dönemde adayarısında kurumların adları sürekli de olsa, içeriklerinin dönemlik olduğunu öğrendik. Kişiler değişti mi kurum içindeki başvurular, dilekçeler, işler devretmiyor. Her şey sil baştan. YÖDAK ve üniversiteler hangi gerekçeyle araştırmadılar bu intihal vakalarını biliyor musunuz? İntihallerini, kendi isimleri ile yayınlanan yayınların isimlerini, çaldıkları yayınların adını, çaldıkları sayfaları vererek intihalini açıkladığımız insanlar bize “zem ve kadih” davası açtılar, yani kendilerine haksız yere hakaret ettiğimizi iddia ettiler. Bizim bu intihalleri açıklamamızın sebebi üniversitelerin adım atmamasıydı, YÖDAK’ın konuyla ilgili sessiz kalmasıydı.


Ben akademisyen kimliğine sahip bir insan olarak, üzerime düşen görevi yapıyor ve buna sessiz kalmayarak kamusal alanda kurumları konuyu incelemek, araştırmak ve gerekirse yeni maddeler oluşturarak kanun boşluklarını doldurmak için mücadele veriyordum. Sivil demokratik mücadele böyle verilir. Mantıken bu davalar sürerken YÖDAK ve üniversitelerin iddialarımızı araştırması gerekirdi. Çünkü iddiamız, bunun bir kamusal sorun olduğuydu. Öğrenci yetiştirmeye ehil olmayan insanların sınıfa sokulmaması, intihalcilerin sınıflarda “etik” dersine girmesinin önlenmesiydi. Çünkü intihalci birinden etik dersi alan yarınlarımız nasıl bir profesyonel etik bilinçle insan emanet edilen mesleklere koşulabilirdi? Ama sevgili okur, bu araştırmalar yapılmadı. Tam tersine bize verilen cevap “bu konu artık hukuki bir dava sürecidir, davalar sonuçlanıncaya dek intihal ve sahtecilik araştırması yapılmayacaktır” oldu. Zem ve kadih kamusal davalar değildir, kişilerin kişilere açtıkları davalardır, kamusal meselelerin bu davaları beklemesinin hiç bir alakası yoktur. O davalar 2012 yılında açıldı. Hala bir tanesi bile sonuçlanmadı. İkisi sağlık sebeplerini gerekçe göstererek açtıkları davaları geri çektiler. Muhtemelen artık üniversitelerde pozisyon tutma ve maaş çekme durumları kalmadığı için davalara devam etme gerekleri de bittiğinden geri çektiler. Ben bu davaların açıldığı ve bu insanlar hiç bir soruşturmaya tabi olmadıkları o gün, intihal mücadelesinin buzdolabına kaldırıldığını üzülerek biliyordum. İnsanların hiçbir caydırıcı yaptırımla karşılaşmadan sınıflara girmeye beş yıl daha devam edebilmelerinin sonucu, adayarısının muteber vatandaşlarının bilimsel alt yapısı olmayanlara kendilerini ya da çocuklarını teslim etmeye devam etmesi oldu. Şahsi olarak ben bilim insanı olarak çalışmaya devam ettim. Bilimsel yayından susuzluk yaşayan adayarısının dışında, başka kurumlarda ve ülkelerde evrensel bilime katkı yapan yayınlar yapmaya da devam ettim. Başka ülke sınırları içinde üniversiteli gençlerin yetişmesine katkı koymaya da devam ettim.


Adayarısı ise bilimsel temelini kurmak konusunda şu an itibarı ile o mücadele başladığından beri 5 yıl kaybetti. Peki kamuyu ilgilendiren bu davalar neden 5 uzun yıldır sonuçlanmadı? Hikayenin o kısmı uzun detaylara sahip. Her ne kadar da bu süreçte davayı açanlar davalardan kaçanlar olsalar da kaçmak da her zaman bir yere kadar. Süreç içinde çok ihanetle, çok arkadan bıçaklamayla, çok yılgınlıkla ve o yılgınlıklardan doğan satışlarla bu süreçlerin engellenmesi, bu davaların ispatlı gerekçelerinin saklanması, dosyalara konulmaması, yanlış bilgilerin yanlış isimlerin dosyalarına yerleştirilerek dosyalanması, herhangi bir değişiklik ve tadilat yapılmasının önünün kapatılması gibi ancak adayarısında akla sığabilecek uzatmalarla beş uzun yıl geçti. Adayarısı bu mücadeleyi yapma cesareti ve ilkesini gösterecek yeni insanlar türetmeli. Artık bir başka insan grubu, belki bir başka nesil (?) adayarısında bu bayrağı devralmalı ve bu mücadeleyi sürdürmeli. Davaların neden bunca uzun gittiğine dair konuşmak ya da adayarısındaki intihallerle ilgili konuşmak doğrusunu isterseniz artık benim gündemimde değildi.


Adayarısı, beş uzun yıl buzdolabına kapatarak kaybedeceğini kaybetmişti bu meseleyle ilgili. Bense bilime olan borcumu artık o mecrada ödemek yerine bilimsel üretkenliğe, bilimsel yayına yönelmeyi seçtim. Ama gelin görün ki davaların artık uzatılmasının ihtimalinin giderek daraldığı şu günlerde, süreç yeniden mevzuyu gündemime almaya mecbur ediyor. İnadım inat, sistemin dişlilerinin içinde dönenler “haksızsın” diye bağırdıkça, ülkem akademisinin temiz ve ilkeli akademi mücadelesini yaptım diye bana yeniden bedel ödetmeye yeltendikçe, geçen beş yıllık dava sürecinde gördüklerimi de intihalleri açıkladığım netlikte adayarısı ile paylaşacağım.


Dava süreçlerinde gördüklerimi tartışmaya açmakla da durmayacağım. YÖDAK’ı, YÖDAK’ta hala koltuk tutan, maaş çekenlerin içinde intihalci ve sahtecileri doçent yapanları, üniversitelerin içindeki başka diğer intihalcileri, devlet üniversitelerinin ve YÖDAK’ın intihal duruşunu, yarım saatte verilen doçentlikleri, siyasetin akademi ile ilişkisini de yeniden adayarısı ve onun ötesinde gündeme sokacağım. Haklı olduğum, elimde uzman kişi tarafından yazılmış intihal raporu varken, çalınan kaynakları gösterebiliyorken ülkem için verdiğim bu sivil mücadelede susturmak için alavere dalavere ile “haksızsın” denildiği her adımda, çoktan ardımda bıraktığım bu meseleye tekrardan ve yeniden hep geri döneceğim. Meseleyi zorla gündemimde tutanlara selam olsun!

Tayfun Atay - Tezler olmuş plastik, üniversite hikâye! (Cumhuriyet)

Dün, elimin altındaki gazete demeti içerisinden “üniversite”ye dair iki yazı dikkatimi çekti. Bunların biri, doğrudan haber metni idi. Diğeri ise esasen edebi- felsefi bir “değer” taşımakla birlikte, buna ek olarak haber mahiyeti de olan bir yazı... 
***
İkinciden başlayalım! Bizim Cumhuriyet’in Kitap ekinde felsefeci Yusuf Örnek, Alman varoluşçuluğunun abide ismi Karl Jaspers üzerine yazısında bu büyük düşünürün “Bütün Eserleri”nin Heidelberg ve Göttingen Bilimler Akademileri’nin ortak projesi olarak toplam elli cilt halinde yayımlanmaya başlandığını “müjdeliyor”. Ve bu elli cildin ilki olarak çıkmış “Üniversite İdesi Hakkında Yazılar”ın bir tanıtım ve değerlendirmesini sunuyor.  
Jaspers’in üniversite üzerine düşünceleri, kendisinin etkilendiği (Kant’tan Fichte’ye ve von Humbolt’a) düşünürlerden de hareketle satır başlarıyla şöyle: 
Üniversite, hükümetin emirlerinden bağımsızdır; bilim, kendi içinde kendi amacını taşır; üniversite öğretimi, bilgi kazandırmaktan çok eleştiri sanatına ve bilginin kullanımına ağırlık verir; üniversitenin vazifesi, gençlerde hakikati arama arzusu uyandırmasındadır; bu anlamda üniversite, insanın kültürel varlığının gerçekleşmesine olanak sağlayan kurumdur. *** 
Jaspers üniversiteyi devletten bağımsız ve onun her türlü siyasal etkisinden uzak bir kurum olarak nitelemekle kalmaz sadece. Daha ileri giderek, üniversitenin toplumsal hayatın ve siyaset kurumunun eleştirildiği yer olması gerektiğini söyler. 
Ve de üniversitenin, özgür araştırma ortamı ve özerk yapısı sayesinde “milletler-üstü” ve “devletler-üstü” bir ruhtan payını aldığını ileri sürer. 
Ancak diğer taraftan, daha 1930’larda, adeta gelmekte olan tehlikeyi sezmişçesine, sadece pratik (isterseniz bugünden “ticari”yi ekleyin!) amaç ve hedeflere yönelik, “faydacılık” ilkesi etrafında bir yükseköğrenim kurumuna doğru gidişattan da şikâyetçidir. Böyle bir üniversitenin olsa olsa üst düzey bir lise olabileceğini kaydetmiştir. 
***  
Bu noktada hemen daha fazla uzatmadan diğer gazete metnine geçelim! HaberTürk’ten Yusuf Doğan’ın haberine...   
 “Naylon tez pazarı” manşetiyle karşımıza gelen yazıdan satır başları da şöyle: 
Türkiye’de “akademik danışmanlık” ya da “tez danışmanlığı” adı altında oluşan “tez yazım sektörü” patlama yapmış durumda! Sürekli artan özel üniversite sayısı ve mezuniyet için tez yazma zorunluluğu “sektör”ü günden güne büyütüyor. Lisans tezi 2-3 bin liraya, yüksek lisans tezi 3-10 bin liraya, doktora (ve de doçentlik!) tezi ise 5-20 bin liraya “itina” ile yazılıp öğrenciye, pardon, “müşteri”ye teslim ediliyor. 
Tabii ki en pahalıya çıkanlar, tıp alanında “üretilen” tezler. Tahmin edilebileceği üzere “fiyat”, sosyal bilimlerde düşüyor. Elbette “anket çalışması”, “çeviri” ve “yabancı kaynak kullanımı” da fiyatı etkiliyor! 
“Sektör”, akademisyenlere bile istihdam imkânı sunmakta; tez-yazma gruplarında üniversite hocaları da varmış!.. 
*** 
Eğer bir “üniversiteli” olarak hayatınız Jaspers’in tanımladığı tarzda bir kurum ortamında geçip gittiyse sorun yoktur; yaşanmış ve bitmiştir. Özellikle öğrenci olarak ikinci yazıda anlatılanlarla haşir neşir durumda iseniz ve başka (Jaspers’in bahsettiği türde) bir üniversite gerçeğinden bîhaberseniz, zor da olsa yine sorun yok denilebilir. 
Ama eğer ilk yazıda yansıtılan üniversite ideali ve tecrübesinden geçip şimdi ikinci yazıdaki “naylonlaşma”yı da üniversite adı altında yaşıyorsanız, yandınız demektir! Durumunuz çok hazin, feci ve acıdır!..
*** 
Türkiye, elbette dünyada da bir eğilim olarak kendisini gösteren, üniversitenin endüstriyelleşmesi, ticarileşmesi, sektörleşmesinden payını, hem de kendi arzusu ile fazlasıyla ve iştahlıca almış bir ülke. 
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında önü açılan bir süreç bu: Üniversite hem siyasileşti, daha doğrusu “Resmiyet”e ram oldu (“YÖK”), hem de ticarileşti (özel üniversiteler). 
Şimdi bu iki “doğrultu”, bir de “dinbazlık”la takviyeli olarak daha korkunç bir ucubeyi karşımıza çıkarmış durumda “üniversite” adına... 
*** 
Önünüze sosyoloji “okumaya” gelmiş ama “Ben bugüne kadar hiç kitap okumadım hocam” diye, üstelik yakınarak değil gayet mağrur ve kibirlice konuşan öğrenciler çıkıyor. Ona önce “okuma-yazma” öğretmek durumundasınız. Gel gelelim bunu dahi öğrenmeye niyeti yok. Nasıl ödev, tez, rapor yazdıracaksınız?! 
İşte “naylon tez pazarı” bu ihtiyacı karşılıyor!.. 
Öte yandan “barış” için imza atmış akademisyenleri siyasete bulaşmış olmakla, hem de en uçta “vatan haini” suçlamasıyla gözaltına alıyor, tutukluyor ve okullarından atıyorsunuz. Onlarca tezin danışmansız kalmasına yol açarak... 
Üniversite içinde nitelikli ve yetkin tez danışmanlarını uzaklaştırınca tabii yine gelsin naylon tez pazarının sözüm ona “tez danışmanlıkları”!..
*** 
Özetlemek gerekirse, yukarıda paylaştığımız iki yazıdan birincisi, üniversitenin ne olduğunu anlatıyor. 
İkincisi ise üniversitenin nasıl bittiğini...

19 Mart 2017

Gökçer Tahincioğlu - Makbul akademisyenler (Milliyet)

Anadolu’nun dört yanındaki üniversitelerde neler olup bittiğiyle birileri ilgili mi? Emeğiyle çalışıp kurumuna katkı sunmak isteyenlerin yanında gizlenip, sadece milliyetçi sloganlar atıp, “işini yürütenlerin” yaptıklarıyla...

İntihar eden akademisyen Mehmet Fatih Traş, yaşamını sonlandırmaya karar verdiğinde, muhtemel ki ölümünün bir şeyi değiştirmeyeceğini, akıllarda, vicdanlarda bir iz bırakmayacağını biliyordu.

Muhtemel ki eninde sonunda zaten ölecek olmamız seçimini etkilememişti.

Uğradığı haksızlığı anlamıyordu.

Tam o noktada, yani sadece bir bildiriye imza attığı için dışlandığı, çok yakın bildiği insanların sırtlarını döndükleri, bir dilim ekmek için yalvarması gerektiğinin ima edildiği, kimseye kötülüğü dokunmamışken bütün kötülüklerin sorumlusu sayıldığı, kapıların bir bir yüzüne kapandığı o noktada, büyük sözlerin bir anlamı kalmamıştı.

Muhtemel ki yanına gelip omuz vermeye çalışanları çok seviyordu.

Muhtemel ki böyle öleceğini, bu şekilde biteceğini hiç düşünmemişti.

İnsanın öleceğini bilen tek canlı olduğu ve bu yüzden ölümsüzlük peşinde koştuğu önermeleri, ölmeyecek gibi yaşayanların kötülükleri önemli değildi.

Çukurova Üniversitesi’ndeki işine, sorgusuz sualsiz, gerekçesiz son verilmiş, diğer üniversitelere yaptığı bütün başvurular son dakika müdahaleleriyle geri çevrilmişti.

Yaşamına son verdi.

***
Oysa dışlananlardan olmayabilirdi.

Taşrada çalışan, hiçbir bildiriye imza atmamış olsalar da girdikleri fakültelerde doğdukları memleket, mezhepleri, etnik kimlikleri, tercihleri, çalışmalarının eleştirelliği nedeniyle suçlanan, sömürülen, kadro verilmeyen, buna rağmen üretmek, yaşamak, mesleğini yapmak için didinen ancak kimselere yaranamayan akademisyenlerden olmayabilirdi.

Ama bunlar yaşanmıyor gibi yapmamız gerekiyor değil mi?

Anadolu’nun dört yanındaki üniversitelerde neler olup bittiğiyle birileri ilgili mi?

Emeğiyle çalışıp, üretip, alın teriyle yaşayan ve çalıştığı kuruma katkı sunmak isteyen, akademik ahlaka uygun davrananların yanında gizlenip, sadece milliyetçi sloganlar atıp, “işini yürütenlerin” yaptıklarıyla.

***
Anadolu’nun farklı kentlerindeki üniversitelerden gönderilen belgeler birikiyor.

Konu; akademik teşvik.

YÖK, üniversitelerin akademik üretkenliğini artırmak için bilim insanlarının çalışmalarını teşvik kararı aldı.

Buna göre, yıl içerisinde yayımlanan akademik yayınlar, ulusal-uluslararası kongrelere katılımlar, basılan kitaplar için puanlama yapılıyor.

O puanlamanın sonunda belirlenen puanı geçen akademisyenin maaşına bir yıl boyunca teşvik bedeli ekleniyor.

Akademisyen, 12 ay boyunca bu bedeli alıyor.

Yılda 3-4 bin liradan başlayıp, oldukça yüksek meblağlara çıkan teşvik bedellerini üretkenliğe paralel olarak kazanmak mümkün.

Peki, katiyen soruşturulmayan, slogan atmak gerektiğinde en önde koşan bazı akademisyenler bunun için ne yapıyor?

Makbul sayılan bu akademisyenlerin eski yöntemleri zaten biliniyor:

Hakemli bir derginin editörlüğü elde tutularak, burada istenilen sayıda nitelikli-niteliksiz yayınları basmak.

Yurt dışında da özellikle bazı yakın ülkelerdeki dergilerle yakın temas kurup, buralarda bilimselliği son derece tartışmalı eserleri yayımlamak.

Birbirinin kopya tezleri, zaten kimse kontrol etmediğinden aynı kişilerden oluşan jürilerden geçirip, danışmanlık puanı almak.

Hiçbir yayınevinin basmadığı kitabı bir matbaaya bastırıp, basılmış kitap gibi göstermek.

Eşten dosttan jüri oluşturup, akademik alımları liyakata göre değil, tanıdığa göre yapmak.

Kritik noktaları tutup, tüm ikinci öğretim derslerini yüklenmek, katbekat fazla kazanmak.

***
Ama teşvik yeni bir uygulama.

Yöntemleri geliştirmek, puanları yükseltmek lazım.

Farklı üniversitelerden gelen belgelere göre bulunan son yöntem yurt dışına öğrenci göndermek.

Doğru düzgün dil bilmeyen öğrencileri, 5-6 hocanın kaleme aldığı niteliği tartışmalı makalelerin yazarları arasında göstermek, o öğrenci için harcırah çıkarttırıp yurt dışında o makaleyi bir biçimde okutmak.

Böylece imzası olan tüm hocalar puan kazanabiliyor.

Üniversite harcırah mı vermedi, o zaman da ceplerinden otel ve uçak bileti parası ayarlayıp öğrenciyi gönderiyorlar.

Sözünü ettiklerimiz lisans öğrencileri, yüksek lisans ya da doktora değil.

Gittikleri etkinlikler ise sadece hocaların katıldıkları paneller, oturumlar.

Bu yolla onlarca ortak makaleye imza atan hocaların kazanımları büyük.

Hem akademik teşvik almak hem hızlıca kariyer basamaklarını yükselmek mümkün.

Üniversitelerin isimleri de var.

Hızlıca, “en fazla teşvik alan üniversiteler” listesinde yükseliyorlar.

Uluslararası nitelikli yayın sıralamasında ise pek görünmüyorlar.

***
Traş, yazdığı son mesajlarından birinde, derslerinin nasıl elinden alındığını, ders ücretinin zaten mühim olmadığını ama öğrencilerin yarı yolda kaldığını anlatıyordu.

Erdemlilik, iyi ve doğru olana yönelmektir, değil mi?

İyi ve doğru olan nedir?

İnsanlık, tarih boyunca, bu sorunun yanıtını bulmak için büyük emek vermiştir.

Ortaya çıkan sonuç ise pek iç açıcı değil.

Ama inanın aslında adaletsizliği görüp, anlamak çok güç değil.

28 Ocak 2017

İntihale Dur De!

BİLİM YAYINCILARININ TÜRKİYE’DE İNTİHAL (İÇERİK ve BİLGİ HIRSIZLIĞI) YAPAN KİŞİ, KURUM ve KURULUŞLAR KONUSUNDA ORTAK BİLDİRİSİ
                                               www.intihaledurde.com

Türkiye’de aktif çalışma yürüten bilim yayıncıları, içerik üreticileri ve yazarları olarak; oldukça zorlu şartlar altında yoğun tempo ve emeklerle ürettiğimiz içeriklerimizin, bu davranışı “iş modeli” haline getirme düzeyine kadar götüren bazı kişi, kurum ve kuruluşlarca izinsiz ve/veya kaynak göstermeksizin ve tamamen ticari amaçlarla kullanması kabul edilemezdir. Bu bildirimiz, söz konusu bilim yayıncıları ve yazarları olarak bu gidişata bir dur demek, bunu sürdürenlere toplu bir ihtarda bulunmak ve intihal yapan birey ve oluşumlara karşı ortak hareket bildirisi ve çağrısı yapmak amacıyla yayınlanmaktadır.

Bizler, Türkiye’nin zorlu iklimi ve şartları altında özgün içerikler üretmeye çalışan veya ülkemize kazandırılmasının faydalı olduğunu düşündüğümüz bilimsel içerikleri Türkçeye çeviren bilim emekçileri, gönüllüleri, çalışanları ve üreticileriyiz.

Bizleri çeşitli isimlerde duyabilirsiniz. Kimi zaman Evrim Ağacı oluruz, kimi zaman Açık Bilim olarak karşınıza çıkarız; kimi zaman Kozmik Anafor’dur adımız, kimi zaman Bilimfili, Bilimsol, Rasyonalist ve buraya sığdıramadığımız daha niceleri… Kısacası bizler her gün gerek sosyal medya üzerinde, gerekse internet sitelerimiz, yayınlarımız, kitaplarımız, paylaşımlarımız aracılığıyla gördüğünüz, okuduğunuz, desteklediğiniz bilim yayıncıları ve yazarlarıyız.

Hepimiz farklı arka planlardan, farklı deneyimlerden, farklı uzmanlıklardan gelmekteyiz; ancak her birimizin ortak bir amacı var: Türkiye’ye ve Türkçeye modern bilimi elimizden geldiğince güvenilir, kapsamlı, anlaşılır biçimde taşıyabilmek. Mümkünse, bunu tamamen özgün içeriklerle yapmak; değilse, bunu açıkça kaynağını gösterdiğimiz çeviriler veya derlemeler yoluyla yapmak… Bir diğer ortak özelliğimiz, bu çabadan herhangi bir maddi kazancımız olmamasına rağmen, günlerimizin önemli bölümünü bu uğurda harcıyor olmamız. Kimimiz iş yerlerinde, kimimiz laboratuvarlarında, kimimiz üniversite sıralarında, kimimiz evlerinde saatlerini Türkiye’de modern bilime dair ufak tefek de olsun bir parça taşıyabilmek için, yorulmak bilmeksizin çalışıyor. Hatta birçoğumuz kendi ceplerimizden yaptığımız harcamalarla bu siteleri, oluşumları, platformları ayakta tutuyor.

Hepimizin hataları, eksikleri, yanlışları olmuştur, olacaktır da… Ancak hiçbirimiz, bir diğerinin emeğine göz dikmedik, bir başkasının emeğini çalmadık, intihal (bilgi ve içerik hırsızlığı) üzerine bir iş modeli kurmadık. İçeriklerimize başkalarından olduğu gibi “kopyala yapıştır” yöntemiyle alınma parçalar eklemedik, sonrasında bunu kendi içeriğimizmiş gibi yayınlamadık, öncelikle insanî değerlerimiz tarafından, sonrasında ise Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nca korunan emeklerine hakaret etmedik. Bir başka kaynaktan içerik aldıysak ya önce sahibinden izin aldık ya da çok açık bir şekilde alıntılarımıza kaynak ekledik. Bir diğer deyişle, birbirimizin emeğine zarar vermemek adına elimizden geleni ardımıza koymadık.

Ne yazık ki, yıllarımızın emekleriyle geldiğimiz şu noktada, ülkemizdeki bazı “gazetelerin”, “haber kaynaklarının” ve “medya oluşumlarının” bu içeriklerimizi ve emeklerimizi çalıyor olduğunu görmek son derece rahatsız edicidir. Hatta sadece yanlışlıkla birkaç içerik çalmayı geçtik; bazı kurum ve kuruluşlarının iş modelleri başkalarından alınan içeriklerin bazen hafif miktarda düzenleme, kimi zamansa doğrudan kopyalama şeklinde paylaşmak üzerine kurmuş olmaları, bilim ve insanlık etiği bakımından iç ürperticidir.

Bizler, bilim oluşumları olarak bu gidişata bir DUR deme vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Aşağıda, bu bildiriye imzacı olan oluşumlarla birlikte tek yumruk ve tek vücut olarak bir araya geldiğimizi kamuoyuna ilan ederiz. Bundan sonra intihal yoluyla içeriklerimizi aşıran, paylaşan, gerekli referansları vermeden dağıtan, emek hırsızlığı yapan her türlü kişi, kurum ve kuruluş ile her türlü mücadele içerisinde olacağımızı kamuoyuna bildiririz.

Bu kararımızın arkasında bilimsel bilginin yayılmasına engel olmak, yavaşlatmak, bilgi akışını aksatmak gibi amaçlar yoktur. Bizler, kendi içimizde yaptığımız içerik alışverişinden de görülebileceği gibi, başka kişi, kurum ve kuruluşların yazılarımızı barındırmasından ve paylaşmasından hiçbir rahatsızlık duymayan insanlarız. Birçoğumuz, zaten içeriklerini ücretsiz olarak halka arz etmiş oluşumlarız. Tek istediğimiz, doğru zamanda, doğru yerde ve doğru şekilde alıntı yapılan kaynağın bildirilmesi, eğer ki yazılar bir bütün olarak alınıp yayınlanacaksa, içeriklerin orijinal yazarlarına ve kaynaklarına çok açık bir şekilde yönlendirme yapılmasıdır. Bu, sadece insanî haklara saygı duyulduğunu göstermekle kalmayacak, aynı zamanda orijinal metinlerimiz bilimin kendini durmaksızın yenileyen ve geliştiren doğası çerçevesinde yeni veriler ve bulgular ışığında yenilendiğinde, okurların orijinal kaynaklara giderek en güncel bilgilere erişebilmesinin önünü açacaktır.

Bu bilgiler dahilinde, aşağıda imzacı olduğu belirtilen tüm oluşumların okurlarını ve ülkemizdeki tüm bilimseverleri intihal konusunda daha uyanık ve tepkisel olmaya davet ediyor; denk geldikleri internet siteleri, kişiler, kurumlar ve kuruluşların içerik hırsızlığı yaptığı durumlarda bizleri ve intihalcileri uyarması konusunda ricada bulunuyoruz.

Kamuoyuna saygıyla duyururuz. 

!

Türkiye yırtıcı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan 3. ülke

Predatory journals: Who publishes in them and why? - Selçuk Beşir Demir Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Elsevier tarafınd...

Predatory journals: Who publishes in them and why?

.....................................................................


...
...
...

* Rastgele Yazılar




.